2 Aralık 2007 Pazar

SaĞ veya SoL üZeRiNe,,


Böyle bir başlık altında ilkin sağ ve sol tanımı yapmak yerine, sağcı ve solcu tanımı yapmak daha doğru geldi bana.

Sağcı, muhafazakar, içinde bulunduğu mevcut sistemi korumayı deneyen veya koruyan; solcu, devrimci, içinde bulunduğu mevcut sistemi değiştirmeyi deneyen veya değiştiren demek diyebilirdik.

Bu tanımlara göre, zaman-mekan tümlevinde sağlıklı bir toplum için sağcıların ve solcuların eş değer önemlilikte olması gerekliydi: Sağcılar korunması gerekenleri korumalı, solcular da yeri-zamanı geldiğinde onların koruduğu bazı şeyleri devirmeli veya evriltmeli ve onların koruması gerekenleri böylece yeniden tanımlamalı, yani güncellemeliydi. Kısaca biri diğerini ve ikisi beraber geleceği beslemeliydi..

Bu sağcı-solcu-toplum ilişkisi sadece siyasette değil, hayata dair her konuda böyle olmalıydı. Ama siyasette sağ ve solun bu şekilde bir arada mutualistçe yaşaması gerektiğini kabul etmek için konuyu biraz daha derinleştirmek gerekiyordu.

Hiç bir düşünce bir diğerine göre mutlak üstün olamamalıydı: Bir düşünce kendi içinde tutarlı olmasa zaten kendiliğinden çökerdi. Bir başka düşüncenin varlığında ise düşüncenin derinliği, dolaylı olarak da tutarlılık düzeyi değişmeliydi. Bu bağlamda düşünce, düşüncenin fitnesi olmalı ve düşüncelerin gelişmesi için çarpıştırılması gerekmeliydi: Düşünceler çimen gibi üstüne basıldıkça büyümeli, gelişmeli; onları yok etmek/yozlaştırmak içinse, onlar yokmuş gibi yapmak yeterli olmalıydı. Sağcı veya solcu düşünce sistemlerinden birisinin yozlaştırılması ise, her ikisinin de yozlaşması, yani merkezinde düşünce olan siyasetin kendisinin yozlaşması anlamına gelmeliydi!

Peki ben ne haddime böyle bir yazıya, hem de böyle bir girişle başladım?

Cevabım garipsenebilir: Aynı anda Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya türküleri dinledim. Sonra da bu iki çok sevdiğim türkücü üzerine düşünmeye başladım. Zülfü Livaneli’yi sola yakıştırdım ama Ahmet Kaya’yı bir türlü sola yakıştıramadım: O kesinlikle sağcı olmalıydı! Sağcı türkücülere baktım, onun gibi birisini dahi bulamadım bildiklerim arasında. Bu işte bir terslik olmalı dedim: Düşünmeye devam ettim yurdumun bu güzel türkücüleri ve de güzel yurdum üzerine.

Artık geçmiş zamanda gereklilik kipiyle cümle kurmayı bırakıp, girişi bitirebilirim.

Hikayenin başında önemli olan, sağcıların koruyacağı şeylerin iyi bir şekilde tanımlanıp, tanımlanmadığı. Zira ilkin solculardan bahsedemeyiz: Herhangi bir devrim olu(nu)r ol(un)maz başlangıç koşulu olarak herkes sağcıdır. Devrimi ol(un)masında başı çekenler bile..

Listede korunması gereken bazı şeyler yoksa veya korunmaması gereken bir şeyler varsa, süreç sürtünmeli başlar. Sistemin içsel denge noktasına yaklaşabilmesi için sağda durması gerekenlerden bazıları sola, solda durması gerekenlerden bazılarıysa sağa kaçar. Ve zihinsel bir temizlik yapılıp her şeye yeniden başlanmazsa, her adımda denge noktasından biraz daha uzaklaşılır.

Öyle ki, bir Livaneli türküsünü dinleyen, hatta bir ağızdan ezbere söyleyen on binlerce solcu, solcu bir siyasetçi etrafında toplanamayacak kadar bölünür, birbirinden uzaklaşır. Bir sağcı siyasetçi etrafında toplanan on binlerce sağcı ise kimsenin duymayacağına emin olduğu zamanlarda bu siyasetçinin hiç de hoşuna gitmeyecek olan Ahmet Kaya türkülerini mırıldanır, yani türküsüz kalır.

Kendi içlerinde her iki grup da toparlanabilecek olsa, toparlanabilmek adına örtülenlerin tekrar açığa çıkmaması için, sonunda birbirlerine silah çeker olurlar. Çünkü kendi içlerindeki farkları ve birbirlerine olan benzerliklerini fark etmemek için düşünceleri örter; dış görünüşlerinde, yaşam tarzlarında, etnik kökenlerinde, inançlarında,, kendince benzerlikler ve karşısındakince farklılıklar oluştururlar. Böylece siyasetteki yozlaşma, yaşamın her parçasına bulaşır. Bunda aşırıya gidince de savaş kaçınılmaz olur!


Savaş daha önce zaten en az bir kez yapılmışsa ve en azından birilerince bir daha savaşılmaması isteniyorsa gidilecek nokta daha da garip olur: İnsanların çoğu “..” olduğunu söyler ama “..” hakkında ne okur, ne de düşünür. Bu “..” kimi zaman sağcı, solcu; kimi zaman ise dindar, laik, milliyetçi, cumhuriyetçi, şeriatçı, atatürkçü,, olur. Sonunda halk “..”lar arasındaki gölge savaşlarından sıkılır ve kendisi gibi “..”lardan birçoğu olduğu söylenen ama her birinden çok uzak olan bir parti yaratır. Bu parti çoğunluğun oyuyla iktidara gelir doğal olarak. Ona karşı yapılacak her muhalefet ise yine doğası gereği onu daha da güçlendirir. Yani sistem içsel denge noktasına ulaşamayacağı için kendisine karar kılabileceği yeni bir denge noktası üretir. Bu sırada halk sadece istikrar istediğini söyler: Karar, tekrar ve istikrarın aynı kökten oluşu, boşuna değildir.


Sağcılar ve solcular, sağcılık ve solculuklarının hakkını vermediği sürece de bu denge noktasından başka bir noktaya sistemi çekmek pek olası olmaz! Yani oyuna baştan başlamak gerekir. Hem de aradan geçen onca zamanı da göz önünde bulundurarak.. Bir anlamda mevcut zamanın devrimin başlangıcına ötelenmesi, aradaki zamanın da tümlevlenip başlangıç koşuluna yedirilmesi demektir bu! Zor olsa da, imkansız değildir.. ..Ama her geçen gün daha da zorlaşacağı kesindir! Hele de tümlevleyişte sorun yaratacak süreksiz noktalar, cuntacı darbeler varsa elimizde.. Ve bu noktalarda çok kayıp verildiyse..


Sözün özü hiç sahip olmadığımız şekilde birer sağa ve sola, yepyeni bir sağa ve yepyeni bir sola ihtiyacımız var. Zira mevcut denge noktası pek de kararlı değildir, bu noktada sistem kendi kendini tüketebilir!


Kolaysa başımıza gele,


Sevgiyle,,


oNuR :: sU LeKeSi

2 yorum:

Adsız dedi ki...

ülkemizde bir yerlerde büyük yanlısların yapıldıgı acıktır.bu yanlısları düzeltmek yerine üzerine eklenerek devam edilmesi görmek istesek de istemesek de büyük sorunlara yol acmıstır.ve bunları düzeltebilecek birileri var olmalıdır.bu birileri ise farklı oyunların içerisindedir.yani o cok güvendiğimiz sağcılarımız ve solcularımız hep birbirlerini suclamak yerine biraz da kendilerine bakmalılar.bu ülkede neden bu kadar insan aç diye.

,,sU LeKeSi dedi ki...

Kürşat Bumin'in bir köşe yazısından bir parça:

"68 Mayısı'nın “orijinali” ile “Türkiye baskısı”nın karşılaştırılması neredeyse imkansız; bu yüzden karıştırılmaması gerekiyor. 68'in orijinali sadece “Batı demokrasileri”nin politik ve sosyal iddialarına ver yansın etmiyordu; 68 yılı başından itibaren Prag'da yaşananların bir kere daha işaret ettiği gibi “Marxism-Leninizm”in totaliter yüzünü de ifşa ediyordu. Hem de bu “politika”nın batı Avrupa içindeki şubeleri olan komünist partileri de karşısına alarak. Hareketin bu “tarafsızlığı”nı ya da otonomisini başta Troçkistler olmak üzere bütün sol gruplar karşısında koruduğunu da hatırlayalım.
Oysa 68'in “Türkiye baskısı”, “68 olayları” dolayısıyla “Marxism-Leninizm” ile yeni tanışıyordu...
Peki neden? Türkiye'deki 68'lilerin batı Avrupa'daki yaşıtlarından çok dana “Marxist-Leninist” olmalarından mı?
Hiç de değil; iki 68 arasında meselenin temeline ilişkin bu büyük fark, tabii ki, Türkiye'nin politik kültür başta olmak üzere kültürel bakımdan geri bırakılmışlığından kaynaklanıyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özgürlükleri elinden alınmış toplum, sonradan araya “soğuk savaş”ın “anti-komünizm” merkezli politik-hukuksal-ideolojik ateşine de maruz kalınca bir türlü yetişkin yaşa ulaşamamış, deyim yerinde ise “çaresiz” kalmıştı.
Demek ki bir toplum için “özgürlükler”in tanınmasının faydasını ve yasaklanmasının zararlarını 68 kuşağımız söz konusu olunca da görüyoruz. “Marxism-Leninizm” söz konusu olduğunda da toplumu sadece bir takım ilkel “anti-komünist” broşürlerle baş başa bırakırsanız, gün gelir bu alanın “keşfi” de beraberinde bugün “Hatırla Sevgili”de karşımıza çıkan bin türlü hatayı, yanlışı, yanılgıyı, çaresizliği ve acıyı çıkarır..."

iZ-LeYiCiLeR