Bu topraklarda binlerce yıldır hüküm sürmüş, değişen
şartlara kendini uyarlamada ustalaşmış ve iki büyük imparatorluk kurarken, iki
de yüksek medeniyetin çöküşünü iz-lemiş olan Kadim Devlet Aklı [1], bugünlerde
yine oldukça uyumsal bir dönüşüm yaşıyor. Özellikle başbakanın şahsı üzerinden
bir süredir kendini belli eden bu başkalaşım, Gezi direnişi ve yolsuzluk
davaları karşısında alınan ortak tavırla iyice belirginleşti.
Bu çapta büyük bir dönüşüm, Cumhuriyet kurulurken
yaşanmıştı en son. Belki de bu iki dönüşüm arasındaki benzerlik ve
farklılıklara odaklanmak, yakın geleceğimizle ilgili bazı ipuçları yakalamamızı
sağlayabilir.
***
Geçmiş dönüşümün merkezinde önce anayasal bir düzene
kavuşmayı, sonra da Osmanlı Sarayı’nın iktidarını denetlemeyi hedefleyerek yola
çıkan “İttihat ve Terakakki Cemiyeti” (ya da güncel bir çeviri ile “Birlik ve
İlerleme Partisi”) vardı. Mevcut dönüşümün merkezinde ise önce
demokratikleşmeyi ve darbe anayasasını değiştirmeyi, sonra da askeri vesayeti
kaldırmayı hedefleyerek yola çıkan “Adalet ve Kalkınma Partisi” var.
İki dönüşüm arasındaki ilk önemli benzerlik,
merkezlerindeki parti isimlerinin ve hedeflerinin yakın çağrışımlarından
ziyade, bu partilerin yaklaşık 10’ar yıllık siyasi iktidarları boyunca zenginler
profilinin hızla el değiş(tiril)miş olması.
O zamana kadar çoğunlukla Osmanlı’nın gayri-Müslim
milletlerinde birikmiş olan sermaye, İTC hükümetteyken hile ve zor yoluyla
Milli’leştirilmişti. İttihat (birlik) tasavvurları sadece Türkleri kapsadığı
için, terakki (ilerleme) de sadece Türkler için olmuştu. AKP hükümetteyken ise
hile ve yolsuzluk yoluyla Beyaz Türkler’inkine alternatif Müslüman bir sermaye
oluşturuldu. Adalet tasavvurları sadece Müslümanları kapsadığı için, kalkınma
da sadece Müslümanlar için oldu.
Dönüşümler arası ikinci benzerlik, haksız bir şekilde elde
edinilen zenginlikler tehlikeye girdiğinde, durumun bir “vatan – millet
meselesi” haline ge(tiril)miş olması.
I. Dünya Savaşı’nın galipleri, İTC üyelerinin
yargılanmasını ve gasp edilen gayri-Müslim mülklerinin iadesini talep etmişti.
Bunun üzerine, iktidarı boyunca Batı yanlısı olan İTC, Batı’yı düşmanlaştırıp,
“milli mücadele” ve “ulusal egemenlik” bayraklarına sarılmıştı. Hem de I. Dünya
Savaşı’ndakinden çok daha sıkı... Onların bu motivasyonu olmasa, Kuva-yi
Milliye birlikleri bu kadar düzenli örgütlenir ve Kurtuluş Savaşı bu kadar cana
başla verilir miydi ya da verilmese halk için ne fark ederdi, Allah bilir [2].
Bugünün taze zenginlerini telaşlandıran ise Batı’nın
bizzat kendisi değil, geliştirdiği modern hukuk anlayışıydı. Gündemdeki
yolsuzluk davaları ile 10 senelik birikimler, daha doğrusu ganimetler tehlikeye
girince, Batı’nın en yakın dostları, onu düşmanlaştırıp, “milli mücadele” ve
“ulusal egemenlik” bayraklarına sarıldı. Hem de şimdiye dek hiç olmadığı kadar
sıkı... Her türlü eleştiri ve muhalefet yine vatan hainliği ile suçlandı. Yeni
bir devlet kurulmuyor olsa da, devlet kurumları yeniden yapılandırıldı. Ve halk
yine onlara inandı, “çalıyorlarsa çalışıyorlar, soyuyorlarsa beni soyuyorlar,
sana ne!” dedi.
Üçüncü benzerlik de oldukça manidar: gönüllü sürgündeki
etkin fikir önderlerinin gözden düş(ürül)müş olması.
İttihatçıların hem Batı
karşısında aklanması, hem de Devlet Aklı’na daha derinden eklemlenip, onu
dönüştürebilmesi için ödemesi gereken bedeller küçük olmamıştı. İlk bedel, Üç
Paşalar İktidarı’nın en önemli ismi, Turancılığın lideri İsmail Enver olmuştu.
SSCB’den dönmesi birilerince engellenirken, Türkiye’de sürekli karalanmış ve en
büyük vatan haini ilan edilmişti. Planlandığı önceden öğrenilen işgallere karşı
savunmasız kalmamak için hile ile de olsa Almanları ittifaka ikna etmesi,
savaşa girme sebebi kabul edilmişti. Daha sonra Milli Mücadele’nin lokomotifi
olacak olan en önemli askeri birliği, 9. Kolordu’yu, etkin cephelerde
harcamaması çılgınlık olarak anılmıştı. Bir Sovyet memuru olarak gönderildiği
Orta Asya’da Kızıl Ordu’ya karşı Türkleri ayaklandırırken can vermesi bile bunu
değiştirmemişti.
Bu sefer seçilen kurban ise Nurcu
Cemaatinin yaşayan en önemli ismi, Hizmet Hareketi’nin lideri Fethullah Gülen
oldu. ABD’den dönmesi birilerince engellenirken, Türkiye’de sürekli karalanmaya
ve en büyük vatan haini ilan edilmeye başlandı. Planlandığı önceden öğrenilen
darbelere karşı savunmasız kalmamak için yasal olmayan yollarla da olsa
delilleri açığa çıkarttırması, birdenbire milli orduya kumpas kabul edildi.
Şimdiye kadar askeri vesayetle mücadelenin lokomotifi olan devlet içi
örgütlenmesi, “Paralel Devlet” diye anılıp, teker teker ayıklandı.
Ele almak istediğim son benzerlik
de – ki en önemlisi bu – yükselen bir lider karizması etrafında saflar yeniden
belirlenirken, Devlet Aklı’nın kendini zamanın şartlarına uyarlayarak yeniden
üret(tir)miş olması.
İttihatçıların ödemesi gereken
ikinci bedel Atatürk’e biat olmuştu. I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasına
(hem halka, hem de Batı’ya) kendini gösterme fırsatı bulan Mustafa Kemal, Enver
Paşa’nın gölgesinden çıkartılıp, yeni devlette Kurucu İrade’nin başına
geçirilmişti. Kendinden beklendiği gibi saltanatı kaldırarak Osmanlı Sarayı’nı
iktidar oyunun dışına itmiş ama bunun için ona verilen güçle yoldaşı Eski
İttihatçılara da aman vermemişti. O “Tek Adam”laştıkça, diğerlerine sadece iki
seçenek kalmıştı: ya Kemalizm’e devşirilmek, ya da diğer muhaliflerle beraber
zorla susturulmak. Sözünden sual olunmaz padişahlık şahsında yeniden can
bulmuş, yargı ve ordunun ebedi bekçiliğine intikal etmişti.
28 Şubat Darbesi sırasında ve
sonrasında (hem halka, hem de Batı’ya) kendini gösterme fırsatı bulan Recep
Tayyip Erdoğan da Milli Görüşçü hocası Necmettin Erbakan’ın gölgesinden
çıkartılıp, Ilımlı İslam Hareketi’nin başına geçirilmişti. Kendinden beklendiği
gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’ni iktidar oyunun dışına itti ama bunun için ona
verilen güçle yoldaşı Nurculara ve Eski Milli Görüşçülere de aman vermemeye
başladı. O “Tek Adam”laştıkça, diğerlerine sadece iki seçenek kaldı: ya
devşirilerek Usta’ya biat etmek, ya da diğer muhaliflerle beraber hileyle
susturulmak. Halk için en hayırlısının halkın kendisinden daha iyi bilineceği
hastalığı şahsında yeniden can buldu, yargı tekrar yürütmeye bağlandı, ordu
tekrar etkin siyaset yapar oldu.
***
Şimdi sıra, biraz da farklılıkları vurgulamaya geldi. İlk
bariz farklılık, dönüşümleri yönlendiren etmenlerin doğasına dair.
Bir önceki dönüşümün baskın sürücü kuvveti, ülkenin içinde
bulunduğu dış dinamiklermiş: batılılaşma ve sekülerleşme hedefi, dünya savaşı,
işgal ortamı, barış süreci, soykırım suçlamaları, bazı komşuların Komünist
olması,, vb. Devlet Aklı, kendini Kapitalist bir dünyaya adapte etmeye
çalışırken Kemalizm’e varmış. Mevcut dönüşümün baskın sürücü kuvveti ise
Türkiye’nin sahip olduğu iç dinamiklerdi: demokratikleşme ve dindarlaşma
hedefi, iç savaş, darbe ortamı, barış süreci, bazı Müslümanların
anti-Kapitalist olması, yolsuzluk suçlamaları,, vb. Bu kez Devlet Aklı,
neo-Liberal bir Kapitalizm’le uyuşmaya çalışarak doğru yol aldı.
Dönüşümler arası farklılıklardan
ikincisi ise merkezlerinin doğası ile ilgili.
İTC tekdüze ve yekpare bir
örgütlenmeymiş. AKP ise çift merkezli bir yapılanma içindeydi. Bir tarafta
devlet içinde yukarıdan aşağıya örgütlenmeyi seçen Milli Görüşçü siyaset
anlayışı, diğer tarafta devlet içinde aşağıdan yukarıya örgütlenmeyi seçen
Nurcu cemaat yaklaşımı vardı. Biri milli eğitimi yeniden programlamayı
denerken, diğeri özel dershaneler ile kendini üretiyordu. Biri Orta Doğu’ya yine hükmetmeyi
arzularken, diğeri Batı ile iyi ilişkileri sürdürmek istiyordu. 28 Şubat’ın
ardından aralarındaki sınırlar ne kadar bulanıklaşmış olsa da, sis bulutları
yavaşça dağıldı ve merkezler arası bir bunalım başladı.
Değineceğim en önemli farklık da
Kadim Devlet Aklı’nın değişmezlerinden olan “Devlet’in Bekası” anlayışındaki
insanın doğasında ve devletin sınırında.
Milliyetçilik akımları ile dünya
imparatorluklarının küçük küçük devlet(çik)lere bölündüğü 20. yy başlarında,
İTC’nin Türklük üzerine kurulmuş olan programı, Devlet Aklı’nın insan
anlayışını çok milletli [3] tebaadan ulusal nüfusa evriltmişti. Gayri-Müslim
tebaa gözden çıkartılmış, Müslümanlar ise önce (Sünni – Hanefi/Maturidi
itikatta) tek-tipleştirilmeye, sonra da Türkleştirilmeye çalışılmıştı. Bu
bağlamda, Misak-ı Milli sınırları da Türkleştirilmesi mümkün olmayan Araplar
dışında kalan tüm eski Müslüman tebaayı kapsayacak kadar daraltılmıştı. Bu
sınırlar dahilinde de Kürtler hariç tüm Müslüman halklar üzerinde başarı
sağlanmıştı.
Kürselleşme ile uluslararası
birliklerin kurulduğu 21. yy başlarındaysa, AKP’nin Müslümanlık üzerine
kurulmuş olan programı, Devlet Aklı’nın insan anlayışını ulusal nüfustan tek
milletli [3] tebaaya doğru yönlendirdi. Kürt nüfusu Türkleştirme programı terk
edildi. Önce onlar üzerinden bölgedeki diğer Müslüman Kürtlere, sonra da tüm
Müslümanlara ulaşma hedefi güdülmeye başlandı. Bu bağlamda, İttihad-ı İslam’ı
sağlamak adına daha geniş sınırlara göz dikildi. Sınırlar dahilindeyse Sünni –
Hanefi/Maturidi itikattan uzaklaşmış her bireyi tekrar dindarlaştıracak
programlar planlandı.
***
İpucu yakalamayı başkalarına
bırakıp [4], ben mevcut dönüşümün ismini koymakla yetineceğim: “Ilımlı Kemalizm”.
Dönüşümlerin arasındaki benzerlikler “Kemalizm” ismini, farklılıklar ise
“Ilımlı” sıfatını çağrıştırdı bende. Acaba 2023'te birileri gerçekten bu
isimlendirmeyi kullanacak mı, kim bilir. Yeterince yaşarsak göreceğiz...
[1] Bizans (Doğu Roma) ve Osmanlı İmparatorlukları ile
Antik Yunan ve Ortaçağ İslam Medeniyetlerinden bahsediyorum.
[2] Bazen iyi ve kötü arasına onlarca kılcal damar örerek
karmaşıklaşıyor hayat. Böyle zamanlarda ne yaşananları, ne de yaşanmayanları
hakkıyla çözümlemek ve onlarla ilgili kesin yargılara varmak mümkün olmuyor.
Mustafa Kemal’in gerçekleştirdiği Türkiye hayali ile Ali Kemal’in
gerçekleştiremediği Türkiye hayali de aslında işte böyle..
[3] Millet kelimesinin son
yüzyıla kadar hakim olan anlamına, dine işaret ediyorum.
[4] Bu arada, son resmin anlamını belirginleştirmek adına: söz ve görüntülere eş-zamanlı dikkat edin aşağıda
[4] Bu arada, son resmin anlamını belirginleştirmek adına: söz ve görüntülere eş-zamanlı dikkat edin aşağıda
7 yorum:
"Bazen iyi ve kötü arasına onlarca kılcal damar örerek karmaşıklaşıyor hayat. Böyle zamanlarda ne yaşananları, ne de yaşanmayanları hakkıyla çözümlemek ve onlarla ilgili kesin yargılara varmak mümkün olmuyor."
O gün yaşananlara bile bugünden bakarken bu cümle kurulabiliyorsa sanırım bugün yaş-a-nanlara da aynı pencereden bakmak gerek.
Aynı pencereden bakamamış mıyım?
Çağın ruhuna uygun son derece post-modern bir yazı olmuş. Buradan bakıp AKP Cumhuriyeti ile 1. Cumhuriyeti eşitlemeye çalışmak aslında bu. AKP her haliyle gericidir, ama İttihat ve Terakki'den 1923'e uzanan hat konjönktürel de olsa ilericidir bunları neden atlamışız acaba? Örneğin kadınlar için yapılan hamleler, kültür-çeviri çalışmaları. Örneğin Köy Enstitüleri gibi bir şeyi her ne kadar sonrasında korkup kapatmak zorunda kalsa da kendi bünyesinden çıkartabilmiştir. Ve bugünün Türkiye'sine aktardığı ilerici birikimler vardır. Evet bir burjuva iktidarı olarak kuruldu. Fakat bir devrimdi. Bunu yalnızca birtakım Kemalistler böyle adlandırmazlar, Lenin'den Troçki'ye devrimciler de bu anlamda hakkını iade etmişlerdir. AKP ise burjuvayı ya da burjuva demokrasisi temsil etmekten dahi uzaktır. Çünkü nihayetinde burjuva bir rejimin devamı için bile asgari ölçülerde bir toplumsal uzlaşmaya varılması oturduğu bir hukukun olması gerekir. Bugünün AKP Türkiye'sinde böyle bir durum söz konusu değildir. Tamamen bir siyasi kriz ortamıdır. Üstelik Türkiye ne sıcak bir savaşın içindedir ne de on yıl önce savaştan çıkmıştır. Bugün eski rejim de aynısı bu da aynısı gibi bir şey söylemek tam anlamıyla geriye düşmektir bayım. Hangi saiklerle yazılmış olduğunu anlayamadığım birtakım doğru noktaları alıp gerçekliği tersyüz etmek için yazılmış çok iyi bir yazı olmuş ama.
Sandığınız gibi bir ilerici-gerici dikotomosi kullanmadım yaptığım çözümlemede. Kullansaydım da ne 1. Cumhuriyet, ne de AKP Cumhuriyeti salt ilerici ya da salt gerici olmazdı zannımca. Atladığımı söylediğiniz şeyler, atladıklarımın sadece bir kısmı ;)
Benim derdim dikkatleri başka bir yere çekmekti. Bakmaya ve göstermeye değer bulduğum bir yere. Ama sizin dikkatinizi oraya çekememişim, üzüldüm.
Gerçekliği varsayımlarımız belirler. Bu topraklardaki en büyük varsayım ise devlet varsayımımız. Biz bu varsayımı sorgulamadıkça, devlet dediğimiz şey, değişen şartlara göre kendini güncelleyecektir. Bazen İTC ile, bazen Cumhuriyet ile, bazense AKP ile. Onunla ilgili sorunlarda ise çözümsüzlük derinleşecektir. Benim derdim bu sorunlarla.. İTC ile, Cumhuriyet ile ya da AKP ile değil!
Doğru tarafta onursal yerini almak isteyen birinin illâ Sn.ERDOĞAN'a biât etmesi gerekmemektedir. Şu Marx-bilimsel gerçekliğin tam idrâki içinde İSMET İNÖNÜ'ye biât etmesi de yeterlidir: Neo-Tanzimatçılık yolunu 1946 yılında İnönü açmıştır. Yola bilahare Menderes ve Ecevit'in döktükleri molozlar da KEMAL DERViŞ buldozeri ile kaldırılmıştır. Sn.Derviş Pembeköşk Sitesi'nde ikamet ederdi. Sn.ERDOĞAN'ın yürümekte olduğu nurlu-füruğlu yol İNÖNÜ yoludur.
Hangi taraf doğru, hangi taraf eğri, bununla pek ilgilenmedim. Zira tarafgirliğin kendi eğrilerini doğru, ötekilerin doğrularını ise eğri algıla(t)ma gibi bir sorunu var. Bu yüzden en iyisi tarafları bir yana bırakıp, eğriyi ve doğruyu ondan sonra tartışmak.
Birine biat etme konusu her açıldığında içimdeki şeytan saklandığı yerden fırlayıp, "ben ki Adem'e biat etmedim, sen bu Adem oğluna mı biat edeceksin?" diye azarlıyor beni. Ben de "bozuk saatler bile günde iki kez doğruyu gösterir" deyip, kanıyorum hep ona. Bırakın saklansın dursun içimde, dürtmeyin onu şimdi. Beni yine kandırmasını istemiyorum.
Erdoğan-Atatürk yerine Erdoğan-İnönü ilişkilendirmesinde ısrar etmeniz ilginç geldi. Biraz daha ayrıntılandırır mısınız düşüncelerinizi?
ATATÜRKÇÜ TSK, Sn.ERDOĞAN'ın, İsmet İnönü'nün 1946 yılında tuttuğu neo-Tanzimatçı yolda yürümekte olduğunu sezmese, eyleme geçmezdi (15 Temmuz 2016). Açıklamam gereken başa husus varsa, lütfen bildiriniz. Saygılar, teşekkürler..
Yorum Gönder