20 Eylül 2014 Cumartesi

İslamcılığın Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat Halleri – Türkiye Yakın Tarihi




Giriş

Bir önceki yazıda olduğu gibi, bu yazıda da 70’li yıllardan bugüne kadar olan dönemde Türkiye İslamcılığını belli bir çerçevede betimlemeyi deneyeceğim. Bu sefer {muhafazakâr, devrimci} kategorisi yerine {şeriat, tarikat, marifet, hakikat} kategorilerini çerçeve olarak alacağım. Bu çerçeve, Nurettin Topçu’nun İslamcılığına dair Fırat Mollaer’in yaptığı çözümlemede kullanılan {şeriat, hakikat} kategorisinin doğal bir açılımı sadece. Tabii yanlış anlamadıysam…

Bu sefer kendi eksikliklerim üzerinden değil de, 70’li yıllar öncesine dair birkaç yorum üzerinden gerekçelendirmek istiyorum neden bu kadar kısa bir tarihsel dönemi ele aldığımı.

Türkiye’de İslamcılığın, (1856 yılında Islâhat Fermanında) Müslüman olan ve olmayan halklar arasındaki eşitsizliklerin kaldırılmaya çalışılmasına bir tepki olarak başladığı söylenebilir. Fakat Tanzimât İslamcıları gibi bir şemsiye tanım altında toplayabileceğimiz ilk ideologların, 70’ler sonrasının İslamcılarının temel kaynakları arasında olduğuna dair çok fazla delil bulunmuyor.

Cumhuriyetin ilanından tek partili dönemin sonuna kadar devam eden sekülerleşme sürecinde, batılılaşma ya da modernleşme karşısında öncekinden çok daha yoğun bir aşağılık kompleksinin geliştiğini ve bu yüzden İslamcılığın yeni bir faza girdiğini kabul edebiliriz. Fakat bu kritik dönemin de takipçisi ile arasında sürekli bir bağlılığı olduğunu düşünmüyorum. Bunu kısaca açıklamayı deneyebilirim.

1946’da çok partili sisteme geçişten 70’lere kadar olan dönem, Kemalist ideolojinin baskı araçlarından kısmen kurtulmuş bir şekilde ve dindar görünümlü liberal muhafazakâr bir iktidar altında yaşanmıştır. Bu rahatlama, İslamcılığın tüm hallerinin seyrinde bir kırılma yaratmıştır. İslamcılar arasında bir taraftan kendine güven artarken, diğer taraftan da eleştirel düşünce ve entelektüel birikim azalmıştır.

Ayrıca bu ara dönem, devletin kapitalist ABD ile yakınlaştığı ve kendisini komünist SSCB karşısında konumlandırdığı bir dönemdir. 60’ların sonuna gelirken gençler arasında sosyalizmin hızla yayılması devlet için çözülmesi gereken büyük bir probleme dönüşmüştür. Bu yüzden de İslamcılık devlet tarafından manipüle edilmeye başlanmıştır.

Öncelikle, sosyalizme alternatif olacağı inancıyla Seyyid Kutub ve Mevdudî gibi yabancı İslamcıların eserleri bizzat devlet desteğiyle Türkçeye çevrilip, pazarlanmıştır. Bu bölgesel “kaynaklara dönüş” eserleri hedeflendiği gibi gençler arasında etkili olmuşsa da öngörülmeyen bir şekilde radikal İslamcılık gibi sisteme muhalif bir devrimci İslamcılık halleri tetiklemiştir.

Bunun ardından devlet bu konudaki politikasını değiştirip, daha önce desteklediği eserlere karşı karalama kampanyası başlatmıştır. Eserlerin dış kaynaklı oluşuna vurgu yapılmış ve yazarları din düşmanlığıyla suçlanmıştır. Necip Fazıl gibi bazı yerli İslamcıların tutumları üzerinden bile izlemenin oldukça kolay olduğu bu dönüşümle milli, sistemle uyumlu ve görece daha ılımlı olan muhafazakâr İslamcılık hallerinin tohumları atılmış olmuştur.

Böylece, İslamcılığın seyrindeki mevcut kırılma daha da pekişmiştir. Ne yerel, ne de bölgesel öncülleri ile kuvvetli bir bağı kalmayan yeni bir İslamcılık dönemi başlamıştır Türkiye’de.
  
Şeriat İslamcılığı

Devrimci İslamcılığın hallerinden biri olan radikal İslamcılığı bu kategoride değerlendirebiliriz. Modern batıya kategorik olarak karşı olan bu İslamcılık hali, toplumsal hayatta onun kavram ve kurumlarından, bireysel yaşamda ise onun tutum ve alışkanlıklarından arınıp, uzak durmaya çağırır Müslümanları.

Peygamberden başka bir otoriteye itaati kabul etmez. Kur’an’a dönüp, dini anlayışın aklın ışığında yenilenmesini savunur. Anlamı açık olmayan müteşâbih ayetleri anlamlandırma çabasına girmez. Tasavvuf gibi her türlü mistik öğretiyi şiddetle eleştirir. Arı duru bir din anlayışı hedefler.

Müslümanların modern batı karşısındaki zayıflığını birlik ve bütünlüğün yitirilmesine bağlamaz. Mehdi ve Mesih gibi figürlerin İslam dünyasını kurtaracağına da inanmaz. Kendini düzeltmeyen toplumların Allah tarafından düzeltilmeyeceğinde ısrar eder.

Demokrasi de dâhil, doğrudan kavlî ayetlerden türetilmemiş bütün hukuksal düzenlemeleri tevhide aykırı bulur. Ne çoğunluğun uzlaşmasını hakikatin bir delili olarak görür, ne de yönetenlerin Müslüman olmasını yeterli sayar.

Tarikat İslamcılığı

Muhafazakâr İslamcılığın özellikle 28 Şubat öncesindeki bütün hallerini bu kategori altında toplayabiliriz. Bu İslamcılık hali, modern batıya olan karşıtlığı reel politiğin dayatmasıyla duygusal sınırların arkasına hapsetmiştir.

Hukuk ile ahlak arasında birincisini önceleyen asimetrik bir ilişki betimler. Dini anlayışta yenilenme gerekmediğini savunur. Kur’an’dan daha çok din âlimlerinin kitaplarını okur. Çoğunluğun Müslüman olmasını önemser ve genişlemenin yollarını arar. İyilik yolunda savaştığını ve hizmet ettiğini düşünür.

Karizmatik bir liderin öğretilerine uymayı kabul eder. Lider etrafında mistik öğelerin katalizörlüğünde bir birlik hedefler. Yönetenlerin Müslüman olması yeterli olmasa da, gereklidir. Bu bağlamda demokrasiyi içine sindiremese de yararlı bir araç olarak görür.

Mehdi ve Mesih gibi figürlerin sayesinde İttihad-ı İslam’ın sağlanacağına ve böylece İslam dünyasının kurtulacağına inanır.

Çoğunlukçuluğu yüzünden milliyetçilik ya da ulusalcılık gibi ideolojilerle eklemlenebilir. Reel politiğin dayatmasına karşı sürtünme göstermediği için de kapitalizm, emperyalizm, neo-liberalizm gibi devrin kuşatıcı yabancı ideolojilerine uyum sağlayabilir.

Marifet İslamcılığı

28 Şubat sonrasının bazı muhafazakâr/devrimci İslamcılarını bu kategoriye sokabiliriz. Bu İslamcılık hali, modern batıya karşı kategorik bir karşıtlık göstermez. Toplumsal hayattaki kavram ve kurumları ya da bireysel yaşamdaki tutum ve alışkanlıkları kökenlerine göre değerlendirmez. Fakat zihninde Müslüman olan ve olmayan ayrımı bulunur hâlâ.

Hoş görü, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi modern değerlere samimi bir şekilde önem verir. Dinin kaynaklarını bu bağlamda yeniden yorumlamaya çalışır: anlamı açık olmayan müteşâbih ayetleri kendisini haklı çıkartacak şekilde sembolik olarak okur; muhkem ayetlerden savunduğu değerlere uygun görmediklerini ise Kur’an’ın indiği zaman-mekândaki amaçlarıyla sınırlayıp, zamanın ruhuna göre bu amaçlardan yeni hükümler çıkartır.

Kaynakların yeniden yorumlanması yerine bazı kısıtlı şartlar altında doğrudan tasavvufi bir dini anlayışa yöneldiği de olabilir.

Demokrasiyi sorgulamadan doğru bir yönetim biçimi olarak görür. Dört halife dönemini onun arkaik bir pratiği olarak değerlendirir. Medine sözleşmesini de Müslüman olmayanlarla ortak yaşamı sağlayacak örnek bir hukuksal düzenleme şeklinde ele alır.

İttihat-ı İslam olgusu üzerine düşünmez. Milliyetçilik ya da ulusalcılık gibi ideolojilerle eklemlenme olasılığı da düşüktür. Fakat kapitalizmin ya da sosyalizmin çeşitli şekilleriyle uyum gösterebilir.

Hakikat İslamcılığı

Bu kategoriye dâhil edebileceğimiz kişi sayısı oldukça azdır. Hatta var mıdır, Allah bilir. Bu İslamcılık halindeki kişi, Müslüman olan ve olmayan ayrımına sahip değildir. Tüm dinleri özünde İslam kabul eder ve bu özle ilgilenir sadece.

Kavlî ayetleri teker teker değil, bir bütün olarak ele alır. Müteşâbih – muhkem ayrımı da gözetmez. Ayetlerin hepsini aynı anda teker teker geçerli olacak ve birlikte uyumlu bir bütün oluşturacak şekilde anlamlandırır. Belli bir değerler kümesini bu anlamlandırmada yol gösterici olarak kabul etmez. Sadece tevhid ilkesinin gözetiminde anlamlandırmasını yapar ve bu anlamlandırmanın ardından bir değerler kümesi elde etmeye çalışır.

Kevnî ayetleri de kavlî ayetler kadar önemser. Doğa ve toplum kanunlarını tüm çıplağıyla anlamak için uğraşır. Bu kanunlarla kavlî ayetlerin uyumlu gözükmediği yerde her ikisini de tekrar gözden geçirir.

Hakikatin ulaşılacak bir ideoloji değil, gidilecek bir yol olduğuna inanır. Gerek İslami geleneği, gerek modern dünyayı, gerekse kendi kendini bu yolda sorgulamaktan çekinmez. Ortaya koymayı denediği şey, İslamcılığın bir başka ideolojiye eklemlenmesi olarak basitleştirilemez. İslam’la ilişkilendirdiği her şey de başkalaşım geçirir, yepyeni bir şeye dönüşür.

18 Eylül 2014 Perşembe

İslamcılığın Muhafazakâr ve Devrimci Halleri - Türkiye Yakın Tarihi



Giriş

Türkiye’de İslamcılığın her iki kanadı hakkında da kuşatıcı bir şekilde bilgi sahibi olduğumu iddia edemem. Hâlâ ilk karşılaştığımda çok şaşırdığım şeyler öğrenmeye devam ediyorum bu konuda.

Özellikle 80’ler öncesinin yerel fikir dünyasıyla ilgili pek bilgi birikimim yok: misal, ne Cemil Meriç okudum daha, ne de Nurettin Topçu. Ayrıca her iki kanadın da bölgesel kaynakların çevirileriyle başladığının farkında olmama rağmen, bu kaynaklara da hâkim değilim. İranlı Ali Şeriati’yi az çok okumuş olsam da; henüz Mısırlı Seyyid Kutub’u ya da Pakistanlı Muhammed İkbal’i tanımadım.

Daha çok 70’lerin ilk yılları ile başlayan siyasi ve toplumsal hareketler ile onları şekillendirdiği kabul edilen kimi süreçler hakkında fikir sahibiyim. Bir de bölgesel kaynaklara çok bağlı kalınmadığı ve yerele özgü sentezler arandığına dair bulduğum bazı ipuçları var.

Yeterince ehli olmadığım bu konuda yazmaya cesaret etmemin öncelikli sebebi, ortalama bir okuyucuda tetiklemeyi umduğum şeyler olması. İkincil sebebim ise bu yazıyı takip edecek tartışmalarda, yine ortalama okuyuculardan kendi araştırmalarımı yönlendirecek yeni bir şeyler öğreneceğime dair oldukça kuvvetli olan inancım.

Lütfen yazdıklarımı saydığım eksikliklerimi göz önünde bulundurarak okuyun ve eleştirilerinizi olabildiğince acımasız yapın.

Muhafazakâr İslamcılığın kısa tarihi

70’li yıllarda daha önce birçok açıdan zıt kabul edilebilecek iki ideoloji olan milliyetçilik ve İslamcılığın soğuk savaşın gölgesindeki anti-komünizm propagandası ile birbirine kaynaştırılmaya başladığını söyleyebiliriz. Alparslan Türkeş önderliğindeki ülkücü hareket, Necmettin Erbakan önderliğindeki milli görüşçü hareket ve Fethullah Gülen önderliğindeki neo-nurcu hareket, bu sürecin öne çıkan taşıyıcıları olarak sayılabilir.

Milliyetçi muhafazakârlık adı altında toplayabileceğimiz bu farklı hareketler, yer yer faydacı sebeplerle birbirine yakınlaşmaya çalışmışsa da aralarındaki kalın duvarlar hep korunmuş ve her biri kendi kulvarında ilerlemiştir.

Said Nursi’nin ölümünden sonra bir süre devam eden cemaat içi otorite boşluğundan yararlanıp tabanını genişletmek isteyen Türkeş, nurcu açılımı yapmaya çalışmıştır. Fakat nurcular, kendisinin Atsızcı milliyetçilik dönemlerine gönderme yapmış ve DP > AP hattından kopmayıp, liberal muhafazakâr partilere oy vermeye devam edeceklerini açıklamıştır.

Gülen, nurcu hareketin başına geçtikten sonra bir süre milli görüş çizgisine sempati uyandırmıştır. Fakat her iki hareketin de toplumda hızlı bir şekilde köklenmesinin ardından, bu sempati yerini antipatiye bırakmış ve 28 Şubat’ta sıra neo-nurcu harekete gelene kadar milli görüş İslam’a zararlı bir hareket olarak anılmıştır.

 (Fethullah Gülen'in Milli Görüş hakkındaki 28 Şubat öncesi düşünceleri)

Erbakan, Ecevit’in CHP’si ile kurduğu hükümet Kıbrıs harekâtının tamamlanmasıyla sonlandıktan sonra ülkücülere yönelmiş ve milliyetçi cephe hükümetlerinde yer almıştır. Darbenin ardından 80’lerin sonuna kadar ülkücülerle seçim ittifakını sürdürse de, 90’larda hızla büyümesiyle yüzünü bu sefer liberal muhafazakâr partilere dönmüştür.

Temelleri komünizmle mücadele derneklerinde atılan üç hareketin de 28 Şubat’a kadar asıl amacı yayılıp, kendi tabanını genişletmek olmuştur. Bu amaç o kadar başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiştir ki, milliyetçilikle muhafazakâr İslamcılık ayrılmaz bir şekilde birbirine kenetlenmiş ve İran devrimiyle iyice alevlenen radikal İslamcı söylemleri bile bastırmıştır.

90’ların başına gelindiğinde hem SSCB’nin dağılmasıyla beraber soğuk savaşın sonlanması, hem de İran’ın bölgede yalnızlaşıp başlangıçtaki etkileyiciliğini yitirmesi, devletin milliyetçi muhafazakârlığa bakışını değiştirmiştir. Gerek milli görüşün siyasal alanda, gerekse neo-nurculuğun toplumsal alanda başat aktörler haline gelmesiyle 1997’de post-modern darbe yapılmıştır.

Darbeden kısa vadede en çok yarar sağlayan, oyunu iki kat arttırarak hükümet ortağı olan ülkücü hareket olmuştur. Bunun üzerine, milli görüş ve neo-nurcu hareketler zorunlu bir ittifaka giderek, hep beraber gömlek değiştirmiştir: askeriyeye son ana kadar yakın duran milliyetçi muhafazakârlık kimliklerini terk edip, liberal muhafazakârlığın yeni bir sürümü olan muhafazakâr demokratlık kimliğine bürünmüşlerdir.

Yenilikçi kanadın Abdullah Gül önderliğinde milli görüş çizgisinden ayrılıp, Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde AKP’yi tek başına iktidara taşıyarak başlattığı bu süreç, bir toplumsal faz değişimine karşılık gelmektedir. Bir taraftan kökleri DP’ye kadar dayanan ve 90’larda bölünmeler yaşayan liberal muhafazakâr taban birleştirilip, milliyetçi muhafazakârlığın önemli bir kısmını da içerecek şekilde genişletilmiştir. Diğer taraftan da askeri vesayetten çekmiş liberal ve özgürlükçü sol hareketlerin desteği kazanılmıştır.

Bu müthiş toplumsal meşruiyete neo-nurcuların devlet içindeki örgütlenmesi de eklenince, askeriye siyasetin dışına itilmiş ve muhafazakâr İslamcılık otoriter Kemalist devlet ideolojisi ile ilişkisinde rollerini değiştirmiştir. Bu süreçte devletleşen muhafazakâr İslamcılık, geçmişte komünizme karşı aynı cephede savaştığı kapitalizm ile eklemlenmesini de tamamına erdirmiştir. Bu eklemlenmenin tamamlanmasıyla, neo-Osmanlıcı emperyalist eğilimlerin çok daha cesur bir şekilde dışa vurulması da başlamıştır.

Neo-nurcular ve milli görüşçüler arasındaki zorunlu ittifak, bu noktadan sonra son bulmuş ve aradaki kadim rekabet de kaldığı yerden yeniden başlamıştır. Eğitimden barış sürecine kadar birçok yerde boy gösteren çıkar çatışmaları, rekabeti iyice kızıştırmış ve bir yönetişim savaşına dönüştürmüştür.

Gelinen noktada, Türkiye muhafazakâr İslamcılığının hâlâ üç hali bulunduğunu söyleyebiliriz. Fakat sırasıyla milliyetçilik ve kapitalizm ile eklemlenen bu haller, neredeyse cumhuriyetçi muhafazakârlar dışında tüm Türkiye sağına yayılacak kadar güçlenmiştir. Aralarındaki en temel fark da hep yayılıp genişleme yöntemlerindeki değişiklikler olagelmiştir.

Devrimci İslamcılığın kısa tarihi

Türkiye devrimci İslamcılığının da üç hali olduğunu söyleyebiliriz. Benim izleyebildiğim kadarıyla bunlardan en eskisi ve bugün için en zayıf gözükeni radikal İslamcılık. Bu hareketi, Ercüment Özkan ve kurduğu İktibas dergisi üzerinden ele alabiliriz.

50’li yıllarda Türk Ocaklarında düşünce dünyasına atılan Ercüment Özkan, modernleşmeye karşı mücadelede terör ve şiddeti reddeden Hizb-ut Tahrir’in Türkiye önderliğini yapmaya başlamıştır 60’lı yıllarda. Örgütün hilafet ülküsünü ve yöntemlerini milliyetçiliğin yeni bir tezahürü olarak değerlendirip, 70’li yıllarda yolunu ayırmış ve İslami Parti adını verdiği bir siyasi parti kurmuştur.

80’lerin başında yayın hayatına soktuğu İktibas, İran devriminin yarattığı toplumsal heyecan ile radikal İslamcılığın başat temsilcisi haline gelmiştir. 90’ların başında milli görüş hareketinin yükselişi karşısında, Müslümanların Müslüman kalarak sisteme eklemlenemeyeceğini göstermek için bir kez daha İslami Parti’yi kurmayı denemiştir.

(Ercüment Özkan, 28 Şubat öncesinde Recep Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç karşısında)

Ercüment Özkan’ın 95 yılında ölümünün ardından Atasoy Müftüoğlu gibi düşünürler İktibas’ı bugünlere kadar getirmiştir. Bu dergi etrafında ele almaya çalıştığım hareketin savunduğu temel ilkeler şöyle sıralanabilir: tevhid, toplumsal ve siyasal hayatın düzenleyicisi olmalıdır; Müslümanlar, Kur’an ile aralarına herhangi bir aracı koymamalıdır; İslam, tasavvufi akımlardan temizlenmelidir ve demokrasi dâhil olmak üzere modernleşmenin Müslüman hayatına her türlü nüfuzuna itiraz edilmelidir.

İkinci olarak ele almak istediğim devrimci İslamcılık halini sol İslamcılık olarak adlandırabiliriz. Özellikle cumhuriyetin ilk dönemlerinde Hikmet Kıvılcımlı gibi sosyalistler, sol ve din arasında bir köprü kurmaya çalışmıştır. 70’lere gelindiğinde başta İran olmak üzere bölgedeki bütün devrimci İslamcılık hareketleri de sol ile yakın temas içinde olmuştur. Fakat Türkiye’de bu tür bir yakınlaşma 90’ların sonuna kadar gecikmiştir.

Bu gecikmenin başlıca sebepleri elbet muhafazakâr İslamcılığın anti-komünist milliyetçiliğiyle ya da radikal İslamcılığın milliyetçi kökleriyle sınırlı değildir. Gerek yerli sosyalistlerin din konusundaki tutucu tavrı, gerekse NATO üyesi Türkiye’nin komünizme bir set olma gerekliliği de bunlara eklenebilir.

2000’li yıllarda hem muhafazakâr İslamcılığın iktidara gelmesi, hem de radikal İslamcılığın gücünü yitirmesiyle, sol ve din yakınlaşmasında ilk kıpırdamalar gerçekleşmeye başlamıştır. Solun devrimler tarihindeki boşluğu peygamberler tarihi ile doldurmaya çalışan Reha Çamuroğlu, yerel bir direniş teolojisi geliştirmeyi deneyen İlhami Güler ve evrim teorisini İslam tarihi içinde konumlandırmaya uğraşan İhsan Eliaçık tarafından bu tarihlerde yazılan ve Yarın dergisinde buluşan yazılar, devrimci İslamcılığa yeni bir soluk getirmiştir.

Bu soluğun radikal İslamcılıktan en büyük farkı, başta demokrasi ve sosyalizm gibi bazı aydınlanma ideallerini dışlamak yerine, sahiplenmeleri olmuştur. En büyük benzerliği ise Kur’an merkezli İslam anlayışıdır. Özellikle anti-kapitalist söylemlere ağırlık vermeye başlayan İhsan Eliaçık’ın yorumları, kısa sürede sosyal medyada öne çıkmıştır.

Aynı zamanlarda, AKP’nin kapatılmasına karşı çıkan ve yetmez ama evet kampanyasında başı çeken oluşumlardan olan özgürlükçü solda da kıpırdanmalar yaşanmaya başlamıştır. DSİP üyesi Muhammed Cihad Saatçioğlu (Ebrari)’nun önderliğinde kurulan barış hareketi bunlardan birisidir. Fakat bu ve benzeri birçok küçük hareket daha ilk zamanlarında karşılaştığı yoğun baskı yüzünden oldukça yıpranmıştır.

İki farklı kaynaktan gelen bu ilk kıpırdanmaların dayanıklı ilk meyvesi, 2012 yılında 1 Mayıs eylemlerinde anti-kapitalist Müslümanlar olarak boy gösteren yeni bir hareket olmuştur. Bu hareket, yeryüzü iftarlarından Gezi Parkı direnişine, barış sürecinden maden kazalarına kadar birçok yerde görünürlüğünü sürdürerek, gençler arasında hızlı bir şekilde yayılmıştır. Fakat hareketin aynı ismi kullanan iki farklı gruba ayrılması da uzun sürmemiştir.

Anti-kapitalist Müslümanlara paralel olarak, İşçi Partisi’nin yayın kuruluşu olan Aydınlık Gazetesi’ndeki yazılarıyla, Eren Erdem’in de etrafında da devrimci Müslümanlar adıyla biraz daha ulusalcı bir hareket doğmuştur. Birçok eylemde İhsan Eliaçık’çı anti-kapitalist Müslümanlarla yan yana dursalar da, hala kendi içinde değerlendirilmesi gereken bir grupturlar.

Türkiye’de sol İslamcılık neredeyse sosyalizmin kendisi kadar fraksiyon gösterme eğiliminde olmuştur. Bir diğer örneğini de Mehmet Bekaroğlu üzerinden takip etmek mümkün. Milli görüşten kopan Bekaroğlu, eski CHP’li Ertuğrul Günay ile Müslüman ve sol bir parti kurmayı denemiştir. Günay’ın AKP’ye katılmasının ardından; Bekaroğlu, yine milli görüş geleneğinden gelen Numan Kurtulmuş ile HAS partiyi kurmuştur. Kurtulmuş da AKP’ye katılınca, bu Müslüman sol parti dağılmıştır.

Fakat bu girişimler sonuçsuz kalmamış ve kendisine emek ve adalet platformu adını veren yeni bir hareket doğmuştur. Kıvılcımlı’dan Müftüoğlu’na birçok düşünsel damardan kendini beslemeye başlayan hareket, kardeşlik iftarları ile işçi sınıfıyla daha çok yakınlaşmış ve sol İslamcılığın özgün bir başka yolu olarak konumlanmıştır. Bekaroğlu CHP’ye geçtikten sonra da çizgilerinde bir değişiklik olmamıştır.

Ele almak istediğim son devrimci İslamcılık halini de Kürt İslamcılığı olarak adlandırabiliriz. Bu hal de kısa zamanda sol İslamcılık gibi çeşitlenme eğilimi göstermiştir. Sivil Cuma namazları gibi itaatsizlik eylemleriyle başlayıp, barış süreci bağlamında Öcalan’ın çağrısıyla toplanan Demokratik İslam Kongresine kadar giden ana hattın yanı sıra, birçok irili ufaklı farklı hat da oluşmuştur. İbrahim Halil Baran önderliğindeki ulusalcı hat bir örnek olarak düşünülebilir.

(Demokratik İslam Kongresi sonuç bildirgesinin başlangıcı)

Fakat Kürt İslamcılığı hakkındaki bilgim yazmaya devam edemeyeceğim kadar az. Geçmişinde hem milli görüş, hem sosyalist hareketler, hem de Kürt siyasi hareketi içinde bulunmuş birçok parçası olan bu hareket için söylenebilecek tek şey, çok eskiye dayanmadığı, hala bir arayış içinde bulunduğu ve yakın zamanda etkili bir aktör olma potansiyeline sahip olduğu. 

sonraki yazı
İslamcılığın Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat Halleri – Türkiye Yakın Tarihi

iZ-LeYiCiLeR