“Unutmuştum kim olduğunu.
Öyle bir hatırlattın ki
şimdi kendini,
bundan sonra unutmak imkânsız bizi!”
Suphi Nejat Ağırnaslı’nın,
yani Paramaz Kızılbaş’ın anısına,,
:’(
Benliklerimiz onlarca farklı kişilikle dolu. Fakat belirli bir zaman-mekânda
başkalarıyla etkileşim halindeyken – ki bu etkileşimin doğrudan olmasına gerek
yok: mektuplar, fotoğraflar, şarkılar, kokular ve benzeri herhangi bir dışrak
ya da içrek anımsatıcı aracılığıyla da olabilir – bu kişiliklerden sadece
birisine ya da sınırlı bir kısmının olası bir birleşimine bürünebiliyoruz. O
kişiliğin ya da kişilik birleşiminin maskesinin arkasından konuşur ve onun
dudaklarından çıkanlara göre düşünüp, yaşamaya çalışırken de; diğer kimliklerimizi bilincimizin dışına
itiyoruz.
Dışa vurduğumuz, onun üzerinden kendimizi ifade ettiğimiz kimliğimizin
hangisi olacağını ne belirliyor?
Etkileşen kişilerin birbirlerinin kişilikleri arasından birer seçim
yaptığını ve bu seçimlerin de bir anlamda birbirine dolaşık olduğunu
söyleyebiliriz. Bu konudaki mevcut en iyi tahminim, kişiler arasındaki sürtünme
ve bunalımı en aza indirecek seçimlerin yapıldığı ve böylece daha kararlı birlikteliklere ulaşılmaya
çalışıldığı.
Ne yazık ki bu yolda bütün kişilikler aynı işlevi görmüyor. Zira bazı
kişilikler içrekten kaynaklanırken, bazıları benliğe dışraktan aşılanıyor. Bu ikinci
tip kişilikler, iyi-tanımlanmış ve üzerinde toplumsal uzlaşıya varılmış olan yapay
kişilikler: bilindik isimleriyle kimlikler. Kültürel, dini, siyasi, ulusal,
milli,, vs kimlikler.
İnsanlar, diğerleriyle ilişkilerini kimlikler üzerinden kurmayı daha
güvenli buluyor genellikle. Böylece ortak kimlikli insanlarla yakınlaşıyor, zıt
ya da bilinmedik kimlikler taşıyanlardan uzaklaşıyor ve yaşantılarında sürtünme
ve bunalımları olabildiğince azaltıyorlar. Peki, gerçekten öyle mi?
Aslında tüm ikili iktidar ilişkileri ortadan kırılıp, kırık uçlardan soyut
bazı üçüncü kişilere – en çok da devlete – bağlanmış oluyor. Kişisel yaşantılardan
uzaklaştırılmaya çalışılan buhran ve sürtünme, bir
üst düzeye, toplumsal zemine taşınıyor. Burada iç içe giriyor hepsi, farklı
kişilerin sürtünmeleri toplanarak artıyor, buhran birikiyor.
“Öteki”lerle etkileşimden kaçılamadığı zaman-mekânlarda, üzerindeki
ağırlığı taşıyamayan toplumsal zemin gerilip, yıkılabiliyor: aynı evde ya da
mahallede büyümüş insanlar bile birbirine tahammül edemez hale gelebiliyor.
Yumruklar, sopalar, bıçaklar, silahlar.. ..gerilimin şiddetine göre seçilen
mücadele araçları da değişiyor. İktidar ilişkileri tahakkümlere devriliyor.
Aslında kimse için güvenli değil bu yöntem. Devlet denilen, bedeni yüzlerce
insanın oluşturduğu ağdan başka bir şey olmayan, o tanrısal tüzel kişilik
dışında! O, eğitimle, medyayla, askerlikle,, manipüle edebiliyor ya da yeniden
yapılandırabiliyor istediği gibi kimlikleri. Böylece çok daha rahat
yönetebiliyor bizleri.
Bireysel evrimlerimizin uyarılmış kimlik durumlarında donmasını engellemek
için aklıma gelen en iyi yol, yakın
çevrede gündemin çeşitlen(diril)mesi, uzak çevrede etkileşimlerin
sıklaş(tırıl)masıydı şimdiye kadar. Nejat benden daha iyi anlamış ama meseleyi. Bir adım
öteye gitmiş: toplumun benliğini karşısında kurmasını dayattığı kimlikleri
de benimsemiş, benliğini bir kimlikler heterotopyası olarak yeniden düzenlemiş. Toplumsal kutuplaşmayı bozmak için bir Ermeni adı, bir Alevi soyadı
takmış kendine; evinden çok uzak topraklarda Kürtlerle beraber omuz omuza zulme karşı savaşmış.
Kendimi an’lamaya
çalıştığım ilk yazımın son paragrafıyla bitireyim bu yazıyı, başladığım
yere döneyim. Belki bu sefer orayı tanırım.
Zıtlardı insanın insanı sömürmesine izin veren kavramlar. Birini seçmeye
kalktığınız anda, ya sömüren oluyordunuz, ya da sömürülen. Ya da ikisi
birden... Zıtların birliğini inkâr ettiğinizde, sömürüye izin veriyordunuz.
Zıtların ikisini birden yok sayınca, kendi kendisini sömürüyordu insan! O
yüzden zıtların bulunduğu düzlem üzerinde enine boyuna gitmenin bir faydası
yoktu. Düzleme dik, derinlik-yükseklik boyutunda hareket etmeliydik: hayata inat,
uslu bir çocuk olmayarak! En fazla ömrümüz kısalırdı ama.. ..kısa da olsa bu
rol, bu oyunda bize daha çok yakışırdı. Eeee, hadi öyleyse, güzel oynayalım?¿
Sevgiyle,,
Onur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder