31 Ekim 2014 Cuma

aYRıLıK




                                   Ruhumu yakan ateşi ayrılığın, biraz da bedenime değse:
                                   Kül olup savrulsam rüzgârda, uçup konsam saçlarınızın teline.

                            Boğuluyor duman altında yüreğim, isiyle boyanıyor kanım:
                            Cama duran opak kum gibi, dağlanıp duruyor çıkana dek canım.

                     Ruhumu çökerten yükü ayrılığın, az biraz gövdemi de ezse:
                     Yol olup uzasam altında, ulaşsam ayaklarınızın dibine.

              Çorak toprak gibi parçalanıyorum, sissiz burada ağır ağır:
              Saklanıyorum anılara, kulaklarım kalıyor dünyaya sağır.

       Ruhumu saran mikrobu ayrılığın, az bir de cesedime geçse:
       Pul olup dökülse ciğerim, çiçek olup bastığınız yerde bitse.

Dalında çürüyen yeşil yaprak gibi, kokuyor yaşlar gözlerimde;
Bozuk süt gibi topak topak, çöküyor anlam, kesilmiş sözlerimde.

27 Ekim 2014 Pazartesi

YoL


TaNRı, iNSaNı yaratmış; insanlarsa tanrıları:
Savaşıp, yeniştikçe onlar; bilişip, barışacak;
O'na doğru evrileceklermiş güya hep BiRLiKte!

Ey GüZeL BaRıŞ!
Sen.. ..başı sonu gurbette, ne de eğri bir YoLmuşsun.
Ey ÇiRKiN oNuR!
Sen.. ..dünü yarını garip, ne eğreti YoLCuymuşsun.


Hakikat(in)e giden yol(un)da, kişinin attığı her yeni adım, bu yolun geçmişini de, geleceğini de değiştirirmiş. Bu yüzden olsa gerek, ne birden fazla kişiyi alabilirmiş yol(u), ne de bir sonu olabilirmiş. Sonu olmayan sonsuz tane yolmuş YoL!

Hakikat!

İki ayaktan biri YoLdayken, diğeri havaya atıldığında – YoL hem bozulurken, hem de yeniden yapıldığında – aNlamlandırılabilirmiş YaLNıZca. Hayalle birlikte kurulabilirmiş yalınca.

aNın ötesi YoLda düşme, düş görme; gerisi YoLda kalma, kendini kandırmaymış aSLıNda.

Hayal!

İşte sürüyü toplum yapan (B)aĞ. Onu kurmak için, zaman zaman YoLdan çıkıp, DiNlenmek gerekirmiş: diğerleriyle konuşmak ve görüşmek; tanışmak ve bilişmek, tartışmak ve sevişmek, yaşamak ve ölmek hatta. BeNden BiZe ağmak, BiZden de BeNe yağmak aynı aNda.

  
Akıl ve vicdan!

DiNlendikçe kişiye aklı itaat, vicdanı isyan etmeliymiş. Tekrar YoLa düşmek imkânsızmış yoksa.

Akıldan çağrıldıkça, çağlayan gibi çağa çağa; vicdandan sağaltıldıkça, sağım gibi sağa sağa gelirmiş hakikatin BiLGisi. Aklını itaat ettirmeyen denizde, vicdanını isyan ettirmeyen çölde bulurmuş kendisini: kaybolurmuş.

BiLGi!

Akan temiz su gibi: içine girdiği aNda zihni temizlerken; onun şeklini, rengini ve belki kirini de alırmış. Bir başkası, hatta bir başka aN için durgunmuş, renkliymiş, kirliymiş: leke bırakırmış! Su lekesini temizlemek içinse, daha çok su dökmek gerekirmiş lekenin üstüne.

Karışıklıklar karşılaşırmış, karmaşıklaşırmış umutla ve sevgiyle.

Yolcu YoL(un)da gerek! Su gibi gitmiş, su gibi gelmiş yine!!

Umutla, Sevgiyle,,

oNuR :: sU LeKeSi

22 Ekim 2014 Çarşamba

21 Ekim 2014 Salı

Biz.. ..kim'iz?



“Unutmuştum kim olduğunu.
Öyle bir hatırlattın ki şimdi kendini,
bundan sonra unutmak imkânsız bizi!”
Suphi Nejat Ağırnaslı’nın,
yani Paramaz Kızılbaş’ın anısına,,
:’(

 

Benliklerimiz onlarca farklı kişilikle dolu. Fakat belirli bir zaman-mekânda başkalarıyla etkileşim halindeyken – ki bu etkileşimin doğrudan olmasına gerek yok: mektuplar, fotoğraflar, şarkılar, kokular ve benzeri herhangi bir dışrak ya da içrek anımsatıcı aracılığıyla da olabilir – bu kişiliklerden sadece birisine ya da sınırlı bir kısmının olası bir birleşimine bürünebiliyoruz. O kişiliğin ya da kişilik birleşiminin maskesinin arkasından konuşur ve onun dudaklarından çıkanlara göre düşünüp, yaşamaya çalışırken de; diğer kimliklerimizi bilincimizin dışına itiyoruz.

Dışa vurduğumuz, onun üzerinden kendimizi ifade ettiğimiz kimliğimizin hangisi olacağını ne belirliyor?

Etkileşen kişilerin birbirlerinin kişilikleri arasından birer seçim yaptığını ve bu seçimlerin de bir anlamda birbirine dolaşık olduğunu söyleyebiliriz. Bu konudaki mevcut en iyi tahminim, kişiler arasındaki sürtünme ve bunalımı en aza indirecek seçimlerin yapıldığı ve böylece daha kararlı birlikteliklere ulaşılmaya çalışıldığı.

Ne yazık ki bu yolda bütün kişilikler aynı işlevi görmüyor. Zira bazı kişilikler içrekten kaynaklanırken, bazıları benliğe dışraktan aşılanıyor. Bu ikinci tip kişilikler, iyi-tanımlanmış ve üzerinde toplumsal uzlaşıya varılmış olan yapay kişilikler: bilindik isimleriyle kimlikler. Kültürel, dini, siyasi, ulusal, milli,, vs kimlikler. 

İnsanlar, diğerleriyle ilişkilerini kimlikler üzerinden kurmayı daha güvenli buluyor genellikle. Böylece ortak kimlikli insanlarla yakınlaşıyor, zıt ya da bilinmedik kimlikler taşıyanlardan uzaklaşıyor ve yaşantılarında sürtünme ve bunalımları olabildiğince azaltıyorlar. Peki, gerçekten öyle mi?

Aslında tüm ikili iktidar ilişkileri ortadan kırılıp, kırık uçlardan soyut bazı üçüncü kişilere – en çok da devlete – bağlanmış oluyor. Kişisel yaşantılardan uzaklaştırılmaya çalışılan buhran ve sürtünme, bir üst düzeye, toplumsal zemine taşınıyor. Burada iç içe giriyor hepsi, farklı kişilerin sürtünmeleri toplanarak artıyor, buhran birikiyor. 

“Öteki”lerle etkileşimden kaçılamadığı zaman-mekânlarda, üzerindeki ağırlığı taşıyamayan toplumsal zemin gerilip, yıkılabiliyor: aynı evde ya da mahallede büyümüş insanlar bile birbirine tahammül edemez hale gelebiliyor. Yumruklar, sopalar, bıçaklar, silahlar.. ..gerilimin şiddetine göre seçilen mücadele araçları da değişiyor. İktidar ilişkileri tahakkümlere devriliyor.

Aslında kimse için güvenli değil bu yöntem. Devlet denilen, bedeni yüzlerce insanın oluşturduğu ağdan başka bir şey olmayan, o tanrısal tüzel kişilik dışında! O, eğitimle, medyayla, askerlikle,, manipüle edebiliyor ya da yeniden yapılandırabiliyor istediği gibi kimlikleri. Böylece çok daha rahat yönetebiliyor bizleri.

Bireysel evrimlerimizin uyarılmış kimlik durumlarında donmasını engellemek için aklıma gelen en iyi yol, yakın çevrede gündemin çeşitlen(diril)mesi, uzak çevrede etkileşimlerin sıklaş(tırıl)masıydı şimdiye kadar. Nejat benden daha iyi anlamış ama meseleyi. Bir adım öteye gitmiş: toplumun benliğini karşısında kurmasını dayattığı kimlikleri de benimsemiş, benliğini bir kimlikler heterotopyası olarak yeniden düzenlemiş. Toplumsal kutuplaşmayı bozmak için bir Ermeni adı, bir Alevi soyadı takmış kendine; evinden çok uzak topraklarda Kürtlerle beraber omuz omuza zulme karşı savaşmış.

Kendimi an’lamaya çalıştığım ilk yazımın son paragrafıyla bitireyim bu yazıyı, başladığım yere döneyim. Belki bu sefer orayı tanırım. 

Zıtlardı insanın insanı sömürmesine izin veren kavramlar. Birini seçmeye kalktığınız anda, ya sömüren oluyordunuz, ya da sömürülen. Ya da ikisi birden... Zıtların birliğini inkâr ettiğinizde, sömürüye izin veriyordunuz. Zıtların ikisini birden yok sayınca, kendi kendisini sömürüyordu insan! O yüzden zıtların bulunduğu düzlem üzerinde enine boyuna gitmenin bir faydası yoktu. Düzleme dik, derinlik-yükseklik boyutunda hareket etmeliydik: hayata inat, uslu bir çocuk olmayarak! En fazla ömrümüz kısalırdı ama.. ..kısa da olsa bu rol, bu oyunda bize daha çok yakışırdı. Eeee, hadi öyleyse, güzel oynayalım?¿

Sevgiyle,,
Onur

iZ-LeYiCiLeR