18 Ağustos 2009 Salı

Tanrı-Kral, Tanrı-Devlet ve insan


Çok değil, bundan birkaç yüzyıl önce bildiğimiz anlamda bir devlet kavramı yoktu insan zihninde. Hatta biraz daha öncesine gidersek, devlet demek bir zamanlar sadece kral, padişah ya da han kavramını çağrıştırırdı biz insanlar için.

Dünün Tanrı-Kral'ları zamanında yaşamış olsaydık ve bizden kral kavramının olmadığı bir dünyayı hayal etmemiz istenseydi, çoğumuz bunun imkansız olduğunu söylerdi ve insanlığın kral ihtiyacını şöyle meşrulaştırmaya çalışırdı: Kral olmadan dirlik ve düzen nasıl devam eder? Halkın iradesine dayanan devlet kavramı, yani kral gibi merkezi bir otoritenin olmayışı kargaşadan başka bir şey doğurabilir mi?

Benzer bir şekilde, bugünün Tanrı-Devlet'leri zamanında dünyaya gözlerini açmış olan bizlerden devlet kavramının olmadığı bir dünyayı hayal etmemiz istense, çoğumuz bunun imkansız olduğunu söyler ve insanlığın devlet ihtiyacını şöyle meşrulaştırmaya çalışır: Devlet olmadan dirlik ve düzen nasıl devam edebilir? İnsanın insanı yönetmediği bir sistem, yani devlet gibi merkezi bir otoritenin olmayışı kargaşadan başka bir şey doğurabilir mi?

Peki, tüm samimiyetimizle kendimize soralım şimdi: Tanrı-Kral ile Tanrı-Devlet arasında fark var mı? Devlete olan ihtiyacımız öncekilerin krala duyduğu ihtiyaca ne kadar benziyor? Daha doğrusu, dün Tanrı-Kral'lara inanıp, onlara güç veren insan ile bugün Tanrı-Devlet'lere inanıp, onlara güç veren insan arasında zihinsel düzlemde anlamlı bir farklılık bulunuyor mu?

Dün yaşayıp, bugünü hayal edemeyenlerden nasıl daha gelişmiş oluyor bugün yaşayıp, yarını hayal edemeyenler? Dün Tanrı-Kral'lar yaratan düşünce kalıplarımız bugün Tanrı-Devlet'ler yaratıyor. Yarın belki Tanrı-Kıta'lar, Tanrı-Dünya'lar, Tanrı-Galaksi'ler, hatta Tanrı-Evrenler yaratacağız.. Biz onlara ne kadar inanırsak, onlar da o kadar güçlü olacak.

Evet, su götürmez bir gerçek var ki devlet kavramının olmadığı bir dünyada dirlik ve düzen bugünkü alışıldık şekliyle mevcut olamaz. Aynı kral kavramının olmadığı bugünün dünyasında dirlik ve düzenin öncekilerin alıştığı şekliyle mevcut olamayışı gibi.. Bu arada, bu alışıldık dirlik ve düzenden hepimiz hoşnut muyuz ki illa onu sürdürme eğilimindeyiz?

Herkes bir şeylerden şikayetçi ama bugün memnun olmadığımız her şeyin tek sebebi aslında sadece biziz! Memnuniyetsizliklerimiz samimi değil. Bir şeylerin değişmesini gerçekten istiyor olsaydık, bunun için önce kendimizi değiştirirdik. Ne kadar inkar edersek edelim, biz değişmeden hiçbir şey değişemez! Ve sanırım bizim asıl sorunumuz da burada başlıyor: İnsan bir şeylerin değişmesini gerçekten isteyecek mi? Ya da, bunu istemesi için ne gerekli?

Kendi kendimize kurguladığımız bu oyunu sonlandırmayı istememiz için insanın insana zulmü daha ne kadar artmalı? Tek bir insanın tek bir zevki için en fazla kaç çocuk aç kalmalı? Tek bir adamın tek bir kararıyla en az kaç insan ölmeli? Hala ulaşamadık mı duygu ve düşüncelerimizin insanca bir yaşam kurmak için yeniden şekilleneceği eşik değerlere? Yoksa artık.. ..bizler insan değiliz miyiz?

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Öz-ü-gür Öğrenim 1


Eğ’itim ve Devlet

İnsani bir sistem olduğu için eğ’itim-öğretim sistemi kurulurken ilk yapılması gereken şey insanın nasıl tanımlanacağına karar vermektir. İyi-kötü, yeterli-yetersiz (tam-eksik), bağımsız-bağımlı (öz-ü-gür-kul/köle) gibi birçok farklı koordinat sisteminde insan ayrı ayrı tanımlanmalı ve bu farkı tanımların koordinat dönüşümleriyle birbirine dönüşebildiğine emin olunmalıdır.

Bir örnek vermek gerekirse insan iyi-kötü düzleminde doğuştan kötü; doğuştan iyi; doğuştan ne iyi, ne kötü ya da doğuştan hem iyi, hem kötü olarak tanımlanabilir. Bizim Milli Eğ’itim (!) Sistemi’miz de dünyadaki birçok benzeri gibi insanı doğuştan kötü kabul eden bir eğ’tim felsefesi üzerine kuruludur ve insanın içindeki kötülüğü eğ’ip, onu iyi yapma (!) amaçlı eğ’itim-öğretim yöntemleri kullanmaktadır.

Peki MEB, YÖK ya da diğerleri çocuğu neden kötü kabul etmektedir? Daha doğrusu çocuk neye göre ve niçin kötüdür?

Ayrıca, Milli Eğ’itim Sistemi’mize göre çocuk yetişkin gibi kendine özgü özellik ve ihtiyaçları olan bir birey değil, bir birey adayıdır. Kendisine yetemez, kendi kendini geliştiremez. Seneler süren eğ’itim-öğretim süreci çocuğun bu eksiklik ve yetersizliğini gidermek içindir. Hatta devletten başka kimse bu anlamda giderici olamaz.

Peki çocuk gerçekten bu kadar muhtaç mıdır? Daha doğrusu çocuk neye ve niçin muhtaçtır?

Bunların yanında, sevgili Milli Eğ’itim Sistemi’miz çocuğu bağımsız görür. MEB, YÖK, TSK,, gibi devletin birçok ideolojik aracı insanı ömrü boyuncu bu doğuştan gelen bağımsızlığından uzak tutmak için çalışır.

Devlete göre çocuk kötüdür, evet: Zira çocuk bağımsız olma eğilimindedir. Devlete göre çocuk eğ’itime muhtaçtır, evet: Zira insan o çocukça öz-ü-gürlüğünü koruduğu sürece devlet için iyi bir vatandaş olamaz ve insan iyi bir vatandaş olmadığı sürece devlet için eksiktir, yetişkin olamaz.

Dikkat ettiniz mi? Hep eğitim, hep eğ’itim. Öğretim pek önemli değildir bu diyarlarda. Onları dershaneler verir. Adı üstünde, Milli Eğ’itim (!) Sistemi.. ..milletin devletin önünde eğ’ilmesi için, onun kulu ve kölesi olması için çal(ış)an ideolojik araçlar bütünü!

Fark ettiniz mi? Devlet bu çağın en önemli iki Tanrı’sından birisidir. Onu yönetenlerin tanrısı Para, onun yönettiklerinin tanrısı ise kendisidir. Ama ezeli ve ebedi olan bir tek odur. Onun yolunda ölenler şehittir artık. Hatta gerektiğinde size sormadan canınızı dahi alabilir. 12 yaşında bir çocuk bile olsanız daha..

“Bu çocuklar hangi suçlarından ötürü öldürülüp, toprağa gömüldü?” diye soramazsınız, günahtır. Onlardan biri sizin çocuğunuz bile olsa.. Sorduğunuz anda, bir teröristsinizdir, bir vatan hainisinizdir ve hemen defteriniz elinize verilir. Hapishanenin azabı, cehenneminkinden de çetindir..

Bir dakika, dur Onur.. ..konu bu değildi, ben başka bir şey söylemek niyetindeydim.

Bir Almaşık (/Alternatif) Eğ’itim: Montessori Yöntemi

Yurdumda eğitim fakültelerinde dahi pek bilinmese de devletin sunduğu merkezi eğ’itime almaşık bir çok almaşık eğ’itim akımı vardır dünyada. Bu yazıda asıl paylaşmak istediğim ise bunların en yaygınlarından birisi olan ve İtalya’nın ilk kadın tıp doktoru olan Maria Montessori’in başlattığı akım. Zira, yüzyılı aşkın bir süredir Montessori’nin yöntemi birçok ülkede, birçok okulda başarıyla kullanılmaktadır.

Montessori’ye göre çocuk doğuştan iyidir ve en az bir yetişkin kadar kendine yetip, kendi kendini geliştirebilir. Bunun için gerekli olan sadece uygun bir çevredir! Merkeze devleti değil, çocuğu alan; amacı onun potansiyelini dışarı çıkarmak için edilgen bir yardım ve yönlendirme sağlamaktan öteye gitmeyen; çocuk-ça ve öz-ü-gür öğrenimci bir çevre.. Zira çocuk yetişkinlerden farklı özellik ve ihtiyaçları olan, başka türlü ama tam bir bireydir!

Montessori “..Hiçbir köle çocuğun ailesinin mülkü olduğu kadar efendisinin mülkü olmamıştır. Hiçbir köle çocuğun karşılaştığı kadar sınırsız engellerle karşılaşmamıştır.” der ve devam eder: “İnsan hakları asla çocuğun durumunda olduğu gibi hiçe sayılmamıştır..” Bu yüzden de eğ’itimin amacını bireyi özgürleştirmek olarak tanımlar.

İlk olarak zeka geriliği olan çocuklarla çalışmaya başlayıp, onların normal olarak adlandırılan çocuklarla eş başarı seviyesine ulaşmasına yardım etmiştir Montessori. Aynı yöntemin normal olarak adlandırılan çocuklarda kendine-hakimlik (oto-kontrol) ve içrek disiplin geliştirdiğini fark edince de ilk Çocuk Evi’ni kurmuştur.

Çocuk Evleri’nde alışıldık sınıf kavramı mevcut değildir. Çocuklar gelişim dönemlerine göre çok-yaşlı sınıflarda, yönlendiricilerden (/öğretmenlerden) ziyade kendi kendilerine veya akranlarından bir şeyler öğrenirler. Yönlendiriciler mümkün olduğunca edilgen kalarak, öğrencileri mümkün olduğunca etkin bırakırlar. Bunun için de çok iyi birer gözlemci olmalıdırlar ve her çocuğun kendine özgü bir yöntem kullanılabilmesini sağlamalıdırlar.

Bu Çocuk Evleri’nde çocuk, okul ile aile asla birbirinden ayrık hareket etmez. Çocuğun 0-6 yaş arasında duyuları keşfederek kişiliğini yaratmasına yardımcı olunur. 0-3 yaş arasındaki bilinçsiz emici zihin “ruhsal embriyo” olarak adlandırılır. Bunu takip eden 3-6 yaş arasındaki bilinçli emici zihin dönemine geçildiğinde çocuğa sonunda kendi kendine okumaya - yazmaya başlayacağı, müzik ve matematik çalışacağı oyun ve alıştırmalar yaptırılır. Şaşırtıcı olan, böyle bir çevrede bilindik anlamdaki, zaman geçirme dışında bir amacı olmayan oyunlara çocuklar kolay kolay yüz vermezler.

Çocuğa 6-12 yaş arasında kavramları keşfedeceği ve aynı zamanda ihtiyacı olan “ev ortamından uzaklaşarak bağımsızlaşma” sürecini gerçekleştirebileceği bir ilk okul çevresi sunulur. Çocuk daha ilk okula başlamadan merkezi eğitimdeki bir ilk okul üçüncü sınıf öğrencisiyle aynı seviyede donanıma sahip olduğu için, bu dönemde keşfedebileceği değerlerin sınırı yoktur. Bunun için mutlak ve süreğen bir müfredat bulunmaz okullarda. Çocuk istediği zaman, istediği kadar öğrenebilir her şeyi..

Çocuğa 12-18 yaş arasında sunulan çevre ise hayatı keşfetmede kolaylık sağlar. Bu bağlamda Çocuk Evi orta okul seviyesinden sonra yerini çiftliklere bırakır. Yetişkinler sadece misafir olmak, çözülemeyen bir sorun için yardım sunmak ya da ders vermek için gelirler bu çiftliklere. 3-4 kişilik odalarda kalan çocuklar tarım ve hayvancılıktan makine tamiratına, mutfaktan işlerinden muhasebe işlerine kadar ihtiyaçları olan her şeyi kendileri yapmaya çalışır. Bu sayede insan ilişkilerinde oldukça yetkinleşen çocuklar, diğer canlılarla ve doğayla ilişki kurmada da modern insanın oldukça ötesine geçebilirler.

Böyle yetişen çocukların kurduğu bir toplumu düşünsenize? Üstelik henüz üniversiteye de gitmediler..

İleri Araştırma Yapmak İsteyenlere

http://montessoriegitimi.org/yerarti/joomla/
http://digital.library.upenn.edu/women/montessori/method/method.html
http://www.montessori.edu/

iZ-LeYiCiLeR