30 Ekim 2008 Perşembe

Nokta, Elif ve Engin Çeber

Nokta'nın uzamış halidir Elif. Yani onun aslıdır Nokta. Nokta ki O'nu simgeler, varlıktır. Elif ki oluştur, varlığı kon-uş-turur.

Hem (s)onsuz cümle oluşturur bir Nokta, hem de her bir Elif'te bile sonsuz tane o Nokta'dan bulunur.

Peki bir Elif bir Elif'i nasıl silebilir varoluşun defterinden? İnsan.. ..insan nasıl olur, öldürü(lü)r? Her Elif ki Nokta'ca Engin'dir. Ve o defter ki biz yazdıkça dolar, doldukça kitap olur ve en sonunda okunur.

Peki insanın öldürü(l)üşü ve böylece O'ndan olan bir Engin üzerinden varlığın kon-uş-masının susturuluşu karşısında nasıl olur da kalpler yara almaz ve hak-sızlıktan hesap sormaz?

Bugün susturuluşları kon-uş-mak bile susturuluyor. Varlığı susturanlar ve buna sessiz kalıp, susturuluşları meşrulaştıranlar düşmanların fısıltısını bile duyup, vatanı yabancılardan korusa ya da gençliğe hitabeyi ezbere okutup, milleti kendine yabancılaşmaktan alıkoysa ne yazar? Yazıklar olsun katilleri, hırsızları ve tecavüzcüleri yakalayıp, dururken; kalpleri can, mal ve ırz güvenliğine uzak olan ve yetimi itip kakanlara. Ellerimize bulaşan insan kanı bizi insanlığımızdan uzaklaştırmaz mı?

"Bir insanı öldüren" "katil" olmaz mı? Katlin fermanını veren Devlet ve polis bile olsa..

"Bir topluluktan yüzlerce insanı öldüren" "terörist" olmaz mı? Saldırıyı düzenleyen Devlet ve komutan bile olsa..

"Bir halktan yüz binlerce insanı öldüren" "insanlığın en büyük düşmanı" olmaz mı? Savaşan Devlet ve halk bile olsa..

* * *

Bugün susturuluşları kon-uş-mak bile susturuluyor. Varlığı susturanlar ve buna sessiz kalıp, susturuluşları meşrulaştıranlar minarelerden okunan ezan sesini duysa ya da cami köşelerinde vaaz verip, hutbe okusa ne yazar? Yazıklar olsun o namaz kılıp, dururken; kalpleri namazlarından uzak olan ve yetimi itip kakanlara! Ellerimize bulaşan insan kanı abdestlerimizi bozmaz mı?

"..bir insanı öldüren, tüm insanlığı öldürür.." ve "..o adamı sen öldürmedin, Biz öldürdük.." ayetlerini birlikte okuyunca ne anlar bizim dindarlarımız? Atalarımız, büyüklerimiz, hocalarımız, efendilerimiz bu ayetleri Halife Ali'den farklı mı yorumlarlar? O Ali ki Besmele'nin B'sinin altındaki Nokta. O Ali ki Allah yolunda katıldığı bir savaşta bile bir insanı Allah için değil de, nefsi için öldürmekten korkmakta.

Bir insanı öldüren, "Ben Tanrı’yım" demiş olmaz mı bu ayetlerin yorumunca? Öldüren Devlet bile olsa..

Bu sırada dediğinin hakkını vermemişse öldüren, tanrıcılık oynayıp, şirke bulanmış ve aynı anda tüm insanlığı öldürmüş olmaz mı? Bunu diyen Devlet bile olsa..

Tanrıcılık oyununun dillere düşüp, bozulmaması için kendisinden hesap soranları susturan ve oyunun kurallarını herkese dayatan Tağut olmaz mı? Ve Kur'an Tağut'ların zulmüne karşı adaletin kollanmasını emretmez mi? O Tağut Devlet bile olsa..


* * *

Bugün susturuluşları kon-uş-mak bile susturuluyor. Varlığı susturanlar ve buna sessiz kalıp, susturuluşları meşrulaştıranlar cumhuriyetin sesi olup, cumhur (halk) adına meclislerde konuşsa ya da demokrasinin kulağı kesilip, azınlığın isteklerini duysa ne yazar? Yazıklar olsun laiklikten dem vurup, dururken; kalpleri insan haklarına uzak olan ve yetimi itip, kakanlara. Ellerimize bulaşan insan kanı halkın özgür iradesini ortadan kaldırmaz mı?

"Çoğunluğun iradesinin yönetimde oluşu ve azınlığın haklarının korunuşu" değil mi "demokrasi"? Herkesi kendi tahakkümü altında tutan(lar) diktatör olmuş olmaz mı? Bu tahakkümü kuran Devlet bile olsa..

"Yönetimde Millet'in iradesinin temsili" değil mi "cumhuriyet"? "Millet'in refahı adına idarenin dışrak bir iradeye aktarılışı" "mandacılık" olmaz mı? Bu dışrak irade Devlet bile olsa..

"İnsanların din seçme özgürlüğü korumak adına yönetim biçiminin tüm dinlere eşit uzaklıkta durması" değil mi "laiklik"? Bir dine daha yakın ya da daha uzak olarak yõnetmek laikliğe karşı olmaz mı? Bu dinlerden birinin ilahı Devlet bile olsa..

* * *

İnsan olmadan millet, ümmet ya da uyruk olmak mümkün mü? Elindeki bayrağı, başındaki örtüyü ya da cebindeki kimliği yere çalıp da insanın öl(dür(ül))mesine mani olacak yürekte kimse yok mu aramızda? Uğruna öl(dür(ül))düğümüz kutsallarımız öl(dür(ül))üşleri engelleyemeyecek kadar aciz mi? Öyleyse neden onların uğruna bu öl(dür(ül))üşler?

Milletin, ümmetin ve devletin varoluş sebebi İnsan değil, İnsan'ın varoluş sebebi millet, ümmet ve devlet mi artık bu topraklarda? Bundan böyle aramızda polis, önümüzde din ve üstümüzde iktidar İnsan için değil de, İnsan mı onlar için var? Vatan'ı korumak, Devlet'i eleştirenleri tutuklayıp, susturmakla; Allah Yolu'nda çabalamak, Devlet Sınırları'nda çarpışmakla; İnsan Hakları'nı savunmak, Devlet yasalarını dokunulmazlaştırmakla eş anlamlı mı oldu düşüncemizde? Allah'ın verdiğini, Doğa’nın yetiştirdiğini ve Halk'ın ürettiğini Devlet istediği gibi alabilir mı bizlerden?

Allah için canımız yerine malımızdan, Devlet için malımız yerine canımızdan mı zekat veriyoruz şimdi? Allah için bayramlarda oğullarımız yerine koyunlarımızı, Devlet için meydanlarda koyunlarımız yerine oğullarımızı mı kurban ediyoruz bu zamanda?

İnsan kanı ak(ıt)madan bayrağa rengini veremiyor muyuz? Nedir bu kana susamışlık? Yamyam kabilelerden ne farkımız var bizim? Görmüyor muyuz? Akan kan hepimizin eline bulaşmış bayraktan! Bir Engin’i daha hep beraber Devlet olmuş, öldürmüşüz..

Tamam Devlet Tağut olalı birkaç yüzyıl olmuş ama ne zaman Allah’ın yerini almış vicdanlarımızda? Kur'an'da O'nu işaret eden kelimeleri İnsan ile yer değiştirmeyi Orta Çağ'da günahlaştırmışız da, Devlet ile yer değiştirmeyi ne vakit sevaplaştırmışız? Hem Devlet de Biz değil miyiz aslında? Bu ne yürek dağlayıcı bir çelişki!

Varlığı (vücudu) kendinden ve sebepsiz (vacip), ezeli (kadim), ebedi (ebedi), bir ve tek olup, diğer varlıklara benzemeyen ve onları kendine bağımlı kılan; hayatı, bilgisi, duyuşu, görüşü, iradesi ve gücü bizi kuşatan Devlet'in adıyla..

Hangi sıfatı eksik kaldı? Onu da fiziksel olarak değil de, zihinsel olarak düşündüğümüzde her şey bire bir uymakta. Aman Devlet'im onu betimlerkenki eksik ve hatalarımdan dolayı bana günah yazıp, azabından tattırmaya.. O ki esirgeyen ve bağışlayan..

Nokta!

22 Ekim 2008 Çarşamba

Din-Siyaset ikilemesinde 1 Birleme – 2

Geniş Zaman

{{Siyaset, Ahlak}, İdeoloji} kümesi ile {{Amaç, Sonuç}, Araç} kümesi arasında birebir ve örten bir bağıntı var sanki.. Araç amaç ve sonucu, öz-ü-gürlükçü sosyalizm felsefesi olarak anarşizm [1] veya adalet ve tevhid dini olarak İslam [2] ise ahlak ve siyaseti birbirine bağlıyor gibi. Peki bu bağıntı günümüzün küresel dünyasının üstünde sağlanmakta mı?

Şimdiki Zaman

Siyaset an’layışında araç kavramı ahlakiliğini ve ahlak an’layışında amaç-sonuç tutarlılığı siyasiliğini yitirmiş görünüyor. [3] Siyaset an’layışının ahlakiliğini yitirmesinden – kirli siyasetten – herkes şikayetçi oluyor. Hatta siyaseti kirletenler bile kirli siyaseti bugün vicdanları sızlasa da zorunlu gördükleri için yaptıklarını söylüyor.. Fakat ahlak an’layışının siyasiliğini yitirmesinden – itaat ahlakından – çok az kimse rahatsız olmakta.

Kişinin başkaları üzerindeki iktidarı siyasetle tanımlanırken, kişinin kendi üzerindeki iktidarı ahlakla tanımlanmaz mı? Siyaset ve ahlak bu bağlamda birbirinden ilintisiz düşünülebilir mi?

Birinci yazıda iktidar ilişkilerinin tahakkümlere dönüşmesine karşı çıkmayı siyasi duruş bağlamında anarşizm ile, dini inanış bağlamında kelime-i tevhid ile tarif etmiştim. Ona işaret ederek bu yazıda yukarıdaki bağıntının en azından bu coğrafyada yerel olarak neden sağlanmadığını an’lamayı deneyeceğim.

Geçmiş Zaman

Din ile ahlak ilintili olmadan siyaset ve ahlak birbirine uyumlu bir şekilde bağlanamıyor. Araç ile sonuç birbirine ilintili olmadan amaç ve sonucun birbirine uyumlu bir şekilde bağlanamadığı gibi.. Ama nedense bizlerin an’layışında dinin ahlaksal boyutu pek önemsenmemiş ve Ehl-i İrfan’ın (gönül ehlinin) tekeline itilmiş. Onlar da bu ağır yükün altında dinin eylemsel (ameli) boyutuyla yeterince ilgilenemeyip, edilgen bir karaktere bürünmüş. Tekellerindeki eylemle ilintisi ortadan kalkmış olan ahlak [4] ise doğal olarak isyan ahlakından itaat ahlakına dönüşmüş.

Öz-ü-gürlük isyan ahlakında “karşılaşılan engelleri aşabilmek için kişinin kendisini bir özne olarak yeniden kurması ve geliştirmesi” [5] iken, itaat ahlakında bir engelle karşılaşmamaya indirgenmiş. Bu ahlakla ilişkili olan siyaset an’layışında da iktidar “başkalarının olası eylem uzayını şekillendiren bir eylem” [5] olarak barınamamış, “başkalarının olası eylemini belirleyen bir eylem” olarak tahakküme evrilmiş. Ardı sıra öz-ü-gürlük de hayatın her alanından buharlaşmış gitmiş.

Diğer bir taraftan, din an’layışımızda ahlak ile ilintisi ortadan kalkmış olan “doğru eylem” (sahih amel) kümesi doğal olarak {namaz kılma, oruç tutma, zekat verme, hacca gitme} alt-kümesine indirgenmiş. Küme tamlığını yitirdiği için bu eylemlerin bile an’lam uzayı daralmış, amaçları unutulmuş. [6]

Dinin indirgenmiş eylemsel boyutunun Ehl-i Burhan (akıl ehli) ve Ehl-i Beyan (göz ehli) tekellerine itilmesi ve itaat ahlakıyla beslenen siyaset an’layışının güdümlemesi sonucunda Ehl-i Burhan ve Ehl-i Beyan belirli bir zaman-mekana hapsedilmiş. Ardı sıra eşitlik de tüm zaman-mekanlardan buharlaşmış gitmiş. Gün geçtikçe yelpazesi genişleyen ve derinliği artan (b)ilim ise bizlerin din an’layışında donmuş ve olduğu gibi kalmış. Böylece yeni zaman-mekanlarda alim yetişmez olmuş, oluşan boşluğu da İslam’da yeri olmayan yeni bir sınıf – Ruhban Sınıfı – doldurmuş.

Oysa Müslüman demek Ehl-i Din demek, Ehl-i Din demek gözü beyanda, aklı burhanda ve gönlü irfanda olan demek değil mi? Nedense bilememişiz. Kur’an hatırlatmak istemiş ama onu da duymamışız. Sonra solcular ahlak ve doğru eylemi birbirine felsefe ile bağlamak istemiş. Savundukları öz-ü-gürlük ve eşitlik gibi kutsal değerlerle beraber hepsini törpülemişiz. Hem de bizim indirgenmiş doğru eylem kümemize uymuyorlar ve itaat ahlakımızı değiştirmek istiyorlar diye..

Gelecek Zaman

Tevhidsiz (birlemesiz) adaletimiz bugün eşitliksiz öz-ü-gürlüğü, yani zulmü doğuruyor. Tıpkı adaletsiz tevhidimizin öz-ü-gürlüksüz eşitliği, yani şirki doğurduğu gibi. Ayrımsayamıyor muyuz? Kur’an bugün iniyor olsaydı neler derdi bize? İnsanın siyaset üzerinden insana, ahlak üzerinden nefsine ve din üzerinden Allah’a bu zulmü niye?

Geçecek Zaman

Dünyayı herkes için cennete çevirmek adına çabalamayan bizler ahirette kapısı herkese açık olan cennete hangi yüzle gireceğiz? Dünyada öldürülmelerine üvey gözlerle baktığımız, kararan vicdanlarımız rahatlasın diye de ahirette doğrudan cennete gönderdiğimiz bebeklerin yüzlerine o zaman nasıl bakacağız? İtaatte kusur etmediğimiz, karşısında esas duruşa geçtiğimiz hangi devlet, hangi şirket, hangi tarikat, hangi mezhep, hangi aile o zaman gelip de bizim başımızı dik tutacak onların karşısında? İzinde olmayı asla sorgulamadığımız hangi lider, hangi patron, hangi şeyh, hangi imam, hangi baba o zaman gelip de alnımızdaki kurumuş izin kendi kanı olup olmadığını soran bebeğe cevap verebilecek? Ahirette de mi hiç konuşamayacak ya da büyüyemeyecek yoksa o bebekler?


Peki insanca yaşama hakkını ellerinden aldığımız çocukları kandırmak dünyadaki kadar kolay mı olacak? Din günü Rabb’in katına çıkmaya da mı yetmeyecek onların boyları ve akılları? Görmeyecekler mi bizlerin hep beraber işlediği nice cinayeti ve yaptığı nice hırsızlığı?

O günde mi burs verdiğimiz öğrenciler okullara gidecek, sadaka verdiğimiz fakirler köşe başlarında dilenecek, maaş verdiğimiz işçiler fabrikalarda çalışacak? İnsanların çoğu gazetelerde mi okuyacak sadece din günü neler olduğunu, ona da mı paraları yetmediği için katılamayacaklar? Cenneti de mi yoksa magazin programlarında görebilecek sadece halk?

Ya Ömer? O da mı bu zulmün hesabını sormayacak bizden? Muhammed Peygamber? Orda da mı mağaraya kaçıracağız onu? Melekler de mi sormayacak Allah’a “Dünyada fesat ve bozgunculuk çıkartan, kan döken insanı ahirete de mi kabul edeceksin?” diye. Dünyada olup, biteni bilen Adem utancından nasıl duracak bu sefer meleklerin secdesinin önünde? İblis “ben biliyordum” diye kibirine kibir katmayacak mı?

Bu dünya da koşan hayvanlarla, yüzen balıklarla, uçan kuşlarla ve can veren ağaçlarla doluydu. Cennet de bu canlılarla dolu olmayacak mı? Onların yerine giden arabaları, yüzen gemileri, uçan uçakları ve mal veren fabrikaları neden yine istemeyeceğiz? Cennetin toprağını, suyunu ve havasını kirletmeyecek miyiz dünyanın toprağını, suyunu ve havasını kirleten bizler?

Hem dünyada yaşamalarına izin vermediğimiz canlılar bu sefer sormayacak mı bize “Ey insanoğlu, yeryüzünde medeniyetini yükseltirken gökyüzüne niye hiç bakmadın?” diye?

Zaman Zaman

Sığındığı evine giden dar sokaklardan geçip duran insan gökyüzünü görebilir mi hiç? Peki gökyüzüne hiç bakmayan buradan parça parça görebildiklerinin oradan tamamının göründüğünü hiç bilir mi?

Rahmet olarak ağıp yağan yağmuru taşıyan bulut ve ısıtıp aydınlatan ışığı saçan güneş gökyüzünde değil mi? Uzak olana bakıp, bulutu ve güneşi görmeyen, yakın olana bakıp, yağmuru ve ışığı ne kadar görebilir? Yakın olanda dolanıp durmaktan zaman zaman uzak olana bakıp, düşünceye dalmayan, kısa vadede gözetip durduğu çıkarlarından uyanıp, uzun vadede ne çıkartabilir hayatından?

Dünya yakın olan, ahiret uzak olan demektir. Dünya için adalet ve eşitlik, ahiret içinse dünya gerekir. Ama insanların çoğu bunu bilmez. Ahireti olan dünyada zulmeden insanı ahirette zulmetmekten ne kurtarabilir ki? Şüphesiz insanların çoğunu azap beklemekte. Onlara Allah zulmetmedi, onlar kendilerine zulmetti.

Din demek, yol demektir. Dar sokaklarından hiç çıkmaz insanların çoğu ana yollara. Hem yollara da yerin üstünde yer kalmaz kısa bir süre içinde dünyada. Yer kalsa bile yollar uyu(t)mak için kullanılır. Oysa gökyüzü ve ötesindeki evrenin üzerini örten evler yoktur o yollarda..

* * *

(1) Anarşizmi öz-ü-gürlükçü sosyalizm olarak tanımlamak, komünizmi devletçi sosyalizm olarak tanımlamayı gerektirir.
(2) İslam’ı adalet ve tevhid dini olarak tanımlamak, adalet ve tevhidi içeren tüm din anlayışlarını hak, diğerlerini ise batıl olarak tanımlamayı gerektirir.
(3) bkz: Araç-Amaç ikilemesi
(4) Ahlakı kişinin kendisi üzerindeki iktidarı olarak tanımladığım unutulmamalı. Foucault’un etiği kişinin kendisiyle ilişkisi olarak tanımlaması gibi..
(5) bkz: Yönetişim
(6) bkz: Anarşik İslam – 2, Bölüm III İslam’ın Şartları

19 Ekim 2008 Pazar

Kur'an - 3 ve Tart(ış)mak

Allah, İnsan, Peygamber, Kitap, Melek/Cennet/Can/Cin/İblis/Şeytan, Ahiret/Diriliş/Adalet gibi kavramlar imanın temel kavramlarıdır. Kişi bunların içini nasıl doldurursa söylediği herhangi bir dini şeye yüklediği anlam da ona bağlı olarak şekillenir. Kimilerine göre bu kavramların anlam yüklerinin dinde normalize edilmemiş olması (çözülmesi gereken) bir sorunken, benim için bu de-normalize durum Kesret-i Vahdet'i (Çokluğun Birliği'ni) ve İslam'ın evrenselliğini sağlayan yegane şeydir. Bir kişi bu kavramları ayetlerle ve kendi içinde uyumlu bir şekilde kurduktan sonra, ben onunla dini birçok konuda farklı düşünüyor ve birçok ayeti farklı yorumluyor olsam bile, ona saygıda kusur etmem (bkz: TDG). Tabii imanının tabakaları ölçüsünde.. (bkz: Anarşik İslam – 2, Bölüm IV İmanın Tabakaları) Ama iç tutarlılık yoksa, onu iç tutarlılığa zorlayabilirim.

Bu yüzden dini herhangi bir konuda tartıştığım birinden ilk isteyeceğim şey bu kavramları nasıl doldurduğunu bana göstermesi olur. Karşımdaki bana bir itikadi mezhebe bağlı olduğunu söyleyip, tartışmaya ön hazırlık sürecini hızlandırabilir. Ama isteğim bir ameli mezhep bağlılığıyla karşılanmaya çalışılırsa, hele bir de o ameli mezhebin ilintili olduğu itikadi değerler (veya mezhepler) bilinmiyor, hatta sağlanmıyorsa.. ..işte o zaman tartışmak yerine kaçmak gerekir.

Bu ön şart sağlandıktan sonra dini konularda düzeyli, yapıcı ve sağlıklı bir tartışmaya başlanabilir. Fakat tartışmayı düzeyli, yapıcı ve sağlıklı bir şekilde sürdürebilmek için başka şeyler gerekir. Bir kişinin sunduğu bir bilgi beyan (ayet, hadis, doğa bilimleri ve sosyal bilimler - onlar da Allah'ın birer kanunu ve ayeti) ile elde edilmişse karşısındaki de beyanla; burhan (felsefe) ile elde edilmişse karşısındaki de burhanla, irfan (sezgi, sanat) ile edilmişse karşısındaki de irfanla yeni bilgiler getirmelidir ve bunlar karşılaştırılmalıdır. Örneğin getirilen bir bilgi hadis bilgisi ise önce Kur'an'la, sonra diğer hadislerle, sonra diğer kutsal kitaplarla ya da bilimsel kanunlarla karşılaştırılabilir. Ve kaynakların güvenilirliğine göre (mesela bu bağlamda ayet hadisten daha güvenilirdir) en tutarlı sonuca varılabilinir. Felsefe ya da sezgiyi muhabbete bundan önce katmak suyu bulandırır, bundan sonra katmak ise suyu iyice arıtır. Zira dini bir hakikate ulaşmada beyan, burhan ve irfan yöntemlerinin üçünün birden aynı anda ve dengeli kullanılması yöntemlerin hata paylarını azaltacaktır. Bunlar da dini konularda düzeyli, yapıcı ve sağlıklı bir tartışmanın şartlarıdır.

Sanırım bundan önceki dini yazılarıma bir de İlhami Güler’in Üç Kur’an Tasavvuru isimli makalesindeki üçüncü tasavvuru eklersem, benim Kitap kavramımı anlamak isteyenlerin işini oldukça kolaylaştırabilirim. Güzel yazmış vesselam, çözümlemesini genişletmedikçe ona işaret etmekle yetinelim..

Prof. Dr. İLHAMİ GÜLER, Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi

Bugün İslâm dünyasındaki düşünce hayatında birbirinden ayrı üç Kur'ân tasavvuru bulunmaktadır. Aşağıda bu üç tasavvuru yer yer meteforlara da başvurarak izah etmeye çalışacağım.

I – Birinci tasavvur, tarih boyu İslâm dünyasında egemen olmuş sünni tasavvurdur. Bu tasavvura göre Kur'ân kutsal bir kitaptır. Mutlak olan Allah'ın mutlak kelâmıdır. O'nun zatı ile kaim ezeli sıfatları olan ilim, irade ve kelâm sıfatlarının bir tecellisidir. Bundan dolayı "Kelâm-ı Kadîm"dir. Yaratılmamıştır. "Kelâm-ı Nefî" olarak yani mana olarak Allah ile birlikte zelidir. "Kelâm-ı Lafzi" olarak yani Arapça olarak Hz. Muhammed'e 7. yüzyılda indirilmiştir. Hitabı ve hükümleri evrenseldir. Yani bütün insanlaradır. Hükümleri itibariyle tarih üstü, toplum dışı sabit ve mutlaktır. Tanrı nihaî hakikati söylemiştir. Bu inanç giderek bütün hakikati söylemiştir kanaatine dönüşmüştür. Teşbihde hata olmaz. Onun taşı toprağı (harekesi-harfi cerri) altındır. İbarelerin, ifadelerin, cümlelerin altında binlerce anlam gizlidir. Her çağa göre manalar çıkarılabilir. O evrensel bir akide ve evrensel bir şeriattir. Vahiy, aklın alternatifidir (akıl-nakil). Aralarında derece farkı değil; mahiyet farkı vardır. Vahiy (Kur'ân), tabir yerindeyse Allah'ın aklının bir ürünüdür.


Kur'ân'ın içerdiği dini ruh, şeriatı da beden metaforlarıyla karşılayacak olursak; onun ruhu da bedeni de kıyamete kadar bakidir, değişmez ve evrenseldir. Bu Kur'ân anlayışını 'Ay' meteforuyla da izah edebiliriz. Ayın sınırları bellidir. Sönmüştür, ancak sürekli ışık verir. Ayın ışık kaynağı Güneştir. Kur'ân da sabittir. (Mevrid-i nassda içtihata mesağ yoktur). Ancak, Ayetlerden her zaman yeni manalar çıkarılabilir. O manaları ayetin altına Allah depolamıştır.
Böylesine mutlak-kutsal-sabit bir Kur'ân anlayışı doğal olarak Hz. Muhamet ve onun hadislerine de sirayet etmiştir. 'Sahih-i Buhari'nin veya 'Kütüb-i Sitte'nin neredeyse Kur'ân'a denk epistemolojik otoritesi buradan gelir. Mutlaklık veya kutsallık anlayışı mıknatıs gibi yakınında duran şeyleri kendine çeker ve onları 'yerden' kaldırır. Hz. Muhammed'in "Nur-i Muhammedi" kavramıyla varlığın ontolojik kaynağı haline gelmesi veya "levlake levlâk, Lema halaktu'l-Eflâk = sen olmasaydın evreni yaratmazdım" anlayışı buradan çıkar. Artık Hz. Muhammed "Arpa ekmeği yiyen Arap bir kadının oğlu, içimizden birisi değil, "fahr-i kainat"tır. Bu kutsallık ve mutlaklık Hz. Muhammed ve hadislerden geçerek Sahabeye, tabiun'a ve mezhep imamlarına sirayet etmiştir. Özetle, mutlak, kutsal ve sabit olan "merkez" etrafını, çevresini de kendine benzetmiştir.

II- İkinci Kur'ân tasavvuru, İslâm dünyasının ve düşüncesinin çöküşüyle beraber pozitivist bilim felsefesinin etkisinde kalan laik Müslüman aydınlarda oluşan tasavvurdur. Onlara göre Kur'ân, sönmüş bir yıldız gibidir. Zayıf bir parlaması vardır o kadar. Aklın 'aydınlama'sından sonra ona bir ihtiyacımız yoktur. Biz ilhamımızı gökten değil akıldan almalıyız. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Bilim ve akıl sadece "Nasıl?" sorusunun cevabını vermez. "Niçin?" sorusunun cevabını da verir. Kur'ânın ruhu da bedeni de tarihseldir. Ortaçağın mistik aklının ürünüdür. Onun şeriatı "çöl kanunu"dur. Kur'ân kendi döneminde fevkalade ileri-devrimci adımlar atmıştır, fakat o adımların bugün için bir örnekliği veya kılavuzluğu söz konusu değildir. Halkın dini inancının kaynağı olması hasebiyle dolaylı bir saygınlığı vardır.


III – Üçüncü tasavvur yeni oluşmaktadır. M.İkbal, Fazlurrahman, H. Hanefi, M. Abid el-Cabiri, R.Garaudy, Ali Şeriatî, Abdulkerim Suruş, Mehmed S.Aydın, Mehmet Hatiboğlu gibi Müslüman entelektüeller tarafından savunulmaktadır. Bu tasavvurun ortak paydasını şöyle özetleyebiliriz: Mu'tezile'nin savunduğu gibi Kur'ân Allah'ın fiil sıfatlarından olan irade ve kelâm sıfatının ürünüdür. Yani ezeli değildir, yaratılmıştır. Mutlak olan Allah rölatif olan varlıkla ilişkiye girdiği zaman, çıkan ürün rölatiftir, mutlak değildir. Çünkü, Kur'ân'ı oluşturan dil (Arapça), Hz. Muhammed (insan) ve Arap toplumu rölatiftir. Vahiy ilişkisi bir zamanda (7.yüzyıl) ve bir mekanda (Arap yarımadası) vuku bulmuştur. Kur'ân, Lahûtî (ilahi) olduğu kadar nasûtîdir(insanidir). Allah insan aklı ve insan diliyle insana hitap etmiştir. Vahiy ile insan aklı arasında mahiyet farkı değil, derece farkı vardır. Vahyin fikri muhtevası Arap kültürünün ve Arap zihin dünyasının içindedir. Tevrattan, İncilden dini fikirler içerdiği gibi, Arap cahiliye döneminin doğru fikir ve fillerini de içerir. Başta Hz. Ömer olmak üzere Hz. Muhammed ve arkadaşlarının doğru görüp uyguladıkları fikir ve fiiller vahiy tarafından onanır. (Muvafakat-ı Ömer). Bundan dolayı Musa Carullah, bazı farzların temelinin sünnet olduğunu savunur. Bu bakış açısına göre vahyin bir dudağı gökte, bir dudağı da yerdedir. Yukarı aşağıyı belirler, aşağı da yukarıyı. Kur'ân sadece gökten inmemiştir, aynı zamanda yerden bitmiştir. Yerle gök arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya insanın hakkı insana verilmiştir.(Esbab-ı Nuzul, Nesih-Mensuh, Mekki-Medeni.) Allah, Araplara hitap etmiştir. Arapça ile bütün insanlığa hitap etmemiştir. O günkü iletişim imkânlarını ve yabancı dil bilme oranını göz önünde tutarsak bu son derece doğaldır. Aksi, abes olurdu. Allah dini Arap olmayanlara yayma sorumluluğunu (şahidlik.2/143) Araplara yüklemiştir. Kur'ânda tekrar hatırlatılan (tezkire) 'ed-Din' Hz. Ademden beri peygamberlerin tebliğ ettikleri dindir. Yani İslâmdır. Ruh –beden metaforuna tekrar başvurursak, bu tasavvura göre Kur'ânın ruhu Hz. Ademden kıyamete kadar sabittir. Bunlar da Tevhid, MEAD (ahiret), ibadet (tapınma) ve Adalettir (salih amel/ahlak). Kur'ânın bedeni ise (şeriat) tarihseldir. Yani Kur'ândaki sosyal ve siyasi hükümler (muamelât) Arap toplumunun maslahatları göz önünde tutularak oluşturulmuştur. Çünkü, sabit olan ed-Din, indiği toplumun yapısına göre 'tedeyyûn' eder. Etini ve elbisesini tarihten ve toplumdan giyer. Vahyi ve ilahî (semavî) anlamda din tektir. Şeriatler ise muhteliftir. Son şeriatın (Kur'ân ve Sünnet) ismi de 'Şeriat-i Muhammedi'dir. Ortaçağda 'islâmi İlimler'i tedvin eden Müslüman alimler, Arapların ihtiyacını karşılayan 'Şeriat-ı Muhammedi' (Kur'ân-Sünnet) den ümmetin bütününün ihtiyaçlarını karşılayacak 'islâm şeriatı'nı (İslâm medeniyetini) inşa ettiler. Geleneğin katılığı ve taklidin yaygınlığı nedeniyle yeniçağa geçerken bu ortaçağ şeriatı aşılamadı. İslâm dünyasının her alanda yaşadığı krizin anlamı budur. Bugün 'şeriat' denince herkesin şuuruna üşüşenler bunun kanıtıdır.


Bu tasavvura göre Kur'ân güneşe benzer. Güneş sıcaktır, dinamiktir varlık olarak sınırları belli olsa da ışıma yoluyla görülmez. Işıma yoluyla kendinden bir şeyler kaybeder. Kur'ân'ın ışıması Müslüman entelektüelin kalbi (aklı ve sezgisi) vasıtasıyla olur. Kur'ân'ı okuyan mümin entelektüel, ondan kimliğini, kişiliğini, benliğini, karakterini ve bilincini oluşturur ve dünyevi olgular, olaylar, fenomenler dünyasına dalar ve sorun çözer. Kur'ân'ı tefsir etmez. Olayları tevîl eder (aslına, hakikatine icra eder, çözer). Bundan dolayı peygamber "Ma raahu'l-muminune hasenen fehuva intallahi hesanun= müminlerin iyi gördüğü, Allah indinde de iyidir" demiştir. Bu durumda hata da yapılsa bir sevap alınır. Hz. Ömer böyle bir şahsiyet idi.


Bu tasavvura 'fenomenolojik' tasavvur ismi verilebilir. Olguların özüne bakar. Kur'ân bütünüyle 'ölçü' değildir. Örnektir. Örneği kavrayan, Allah'ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mümin, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar. Çünkü 'her dönemin ayrı bir hükmü vardır'(13/98). Kitabı şerhetmez. Bulunduğu epistemolojik zemin yorumsamacıdır. hermenötiktir. Rölativizm ile mutlak hakikat iddiasının arasında, dinlemeyi bilen, hakikatin bulunabileceğine inanan, delile dayanan, iknai bir yoldur bu.


Bu tasavvuru bir başka metaforla da açıklayabiliriz. Bu tasavvurun Kur'an kavrayışı 'yağmur'a benzer. Yağmur rahmettir. Yağmuru oluşturan su yeryüzünden gökyüzüne çıkar 'bulut' olur yoğunlaşır ve yere 'yağar'. Vahyin, Kur'ân'ın fikri malzemesi de yerden alınır. Vahyin bütün verileri yeryüzüne aittir. Olgular, niyetler, duruşlar, fiiller Allah tarafından Semadan dinlenir ve Vahiy pasajları (ayetler) olarak 'inzal' edilir. Vahiy, Kur'ân'da rahmettir(7/203). Yağmur humuslu topraklarda berekete dönüşür. Vahiy de kalbi 'yumuşak' olan insanlarda hidayete dönüşür.


Bu bakış açısında merkez dinamik olduğu için çevre ve etraf da dinamiktir. Hz. Muhammed ve Sünneti de ölçü değil, örnektir (usce). Kur'ân ile sünnet arasındaki fark Allah ile Hz. Muhammed (halik-mahluk) arasındaki fark kadar büyük değildir. Hz. Muhammed'in yanılabilirliği oranında azdır. İnsanların en hayırlıları Sahabe, sonra tabiun, sonra etba-ı tebiun değildir. İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir. En hayırlıları en muttaki olanlarıdır.


Üçüncü tasavvura göre din, salt bir takım kutsal kişiler (peygamber, sahabe, veli, şeyh, imam, ilahiyatçı,vs.) kutsal mekanlar (Kâbe, Mescid-i aksa, cami,vs.), kutsal zamanlar (Ramazan, Cuma, Kadir gecesi vs.), kutsal nesneler (Kur'ân, zemzem, tesbih, seccade, sarık, cübbe, vs.) değildir. Din salt ahiret için (köşk, şarap, huri) yapılan bir takım özel ibadetler (hacc, oruç, namaz, Kur'ân okuma vs.) de değildir. Din, Tevhid inancı ile birlikte (iman) bunun zorunlu yansıması olan adalettir (salih amel). Din, dünya içindir, dünya da ahiret içindir. Din, gün boyu iyiliği, adaleti hakkaniyeti ayakta tutmaktır, bunları ikâme etmektir. Kötülüğü, haksızlığı, zulmü engellemektir (emr-ibil ma'ruf ve nahye ani'l-munker). Sosyal ve siyasal günah işlememektir. Çünkü bunlar büyük günahlardır. İnsan hakları ihlalleri büyük günahlardır. Ahlâki her davranış, gün boyu işlenen daimi sevaptır, ibadettir. Bir öneriyi, çözümü, fikri ve fiili 'dini' kılan şey, başına bir ayet veya hadis yerleştirmek değildir. Muttaki bir bilinç, temiz bir vicdandan gelen her öneri, çözüm, fikir ve fiil, dinîdir.

17 Ekim 2008 Cuma

Kur'an - 2

Kimi Müslümanlar atalarından duymadıklarına elleriyle kapatmakta kulaklarını. Fark etmezler mi elleriyle kapattıkları aslında Kur'an'ın ağzıdır. Kitap nefes alamamakta, mos mor olmuş yüzü, can çekişiyor onların ellerinde.

O sadece atalarına mı indi? O yüzden mi canına kastediyorlar? O yüzden mi onu şimdiki zamanın aklından geçmiş zamanınkine sürüyorlar? Görmüyorlar mı Peygamber'i, "ümmetim onu terk etti" deyip, başını öne eğiyor din gününde?

"Ama Ali?" deyip buruk bir sesle yanındakine dönüyor Peygamber. "Ashabından Muaviye (Ba-Yezid) sayfa sayfa mızrakladı onu. Wallahi oracıkta alacaktım canını ama Allah için değil, nefsim için yapmaktan korktum!" diyor ağlayarak Ali. "Nefsini bilen Rabb'ini bilir Ali," diyor sevecen bir sesle Peygamber "git yat biraz yatağıma, yorulmuşsun." Bir zamanlar Peygamber kanıyla boyanmaktan koruduğu yatağı, kendi kanına
boyuyor Ali.

Bacaklarının arasında oynamakta olan çocuklara bakıyor Peygamber: "Adı güzel, kendi güzeller?" "Ashabından Muaviye onu yüreklerdeki tahttan mızraklarıyla söküp, aldıktan sonra oynadığı tanrıcılık oyununu saltanata çevirdi dedecim. Oğlu Yezid de bizim canımızla oynadı." Yüreği parçalanan Peygamber torunlarına gülümsemeye çalışıyor: "Şüphesiz Allah zalimleri sevmez çocuklar." Sonra ümmetine dönüp, bakıyor. Ebu Zerr'i arıyor dolan gözleri ama bulamıyor. Onun Muaviye'nin yakasına yapışışını görür gibi oluyor gözleri, öfkeli sesi kulaklarına geliyor: "Bugün din günü de olsa, ben bu topluluğun arasında artık wallaha duramam ey canına kurban olduğum güzel arkadaş." "Ve aleyküm selam ey Ebu Zerr.." diyor içinden. Birden "Mülkün temeli Adalet'tir!" diye bağırarak kılıcını çekiyor arkasındaki Ömer. Ebu Bekir onun elini tutup, sakinleşmesini sağlıyor: "Mülkün sahibi Allah bugün adaleti tamamlayacak!"

Ümmetine sesleniyor Peygamber "Ey Ashabım?" diye. Herkes bir diğerine bakmaya çalışıyor. Bir daha sesleniyor Peygamber: "Ey Ashabım?". Biri cevap veriyor "Ey kutlu Efendimiz, Muaviye sahabendir, arkalarda olmalı, duymuyor herhalde seni. Allah ondan razı olsun. Ona da, bize de şefaat et." Gözleri yaşarıyor Peygamber'in, "Şefaat sadece Allah'ındır ey sahabem, Muaviye için de, senin için de.. Allah'tan razı olun! Hamd yalnızca O'nadır, O ki esirgeyen ve bağışlayan, bugünün tek sahibi. Yalnız O'na kulluk edin ve yalnız O'ndan yardım isteyin. Sizi İbrahim'in yüzünü hanifçe döndüğü din üzerine eylesin, sapkınların ve gazaba uğrayanların dini üzerine değil.."

Sonra Kur'an'ı elinden tutup, yerden kaldırıyor Peygamber. Yüzündeki kurumuş kan lekelerini temizliyor. Peygamber'in yüzünü görünce onun yüzünde şaşırıyor ümmet, ellerini arkasına saklıyor kimileri. Birden İbrahim Peygamber'in yüzüne bürüyor Kur'an yüzünü, "Atalarının dini üzerine olduklarını itiraf edebilecek, karşıma dikilebilecek yürek yok onlarda!" diyor. Peygamber karşılık veriyor "Hiç mi düşünüp, taşınmazlar? Nefsini bilen Rabb'ini bilir, atalarını bilen değil. Yazıklar olsun şu namaz kılıp duranlara, onlar ki kalpleri namazlarına yabancıymış! Onlar ki niyetleri yalnızca görülüp, takdir edilmekmiş, yetimi itip kakmışlar.. İman etmişler ama Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olmamışlar. Dinlerini paramparça edip, hizipleşmişler: İnançlarının bütünlüğünü bozarak parçalara bölmüşler ve her grup yalnız kendi sahip olduklarıyla övünmüş. Onlar için yapabileceğim bir şey yok. Onların işi Allah’a kalmış."

"Şefaat ya Resulallah" diye araya giriyor biri. Peygamber devam ediyor: "Batıl olan her şeyden uzaklaşarak kararlı bir şekilde, hanifçe yüzlerini dine çevirmemişler ve Allah’ın nakşettiği fıtrata uygun davranmamışlar. Allah’ın yaratışında hiçbir değişme bulamazsın: Bu sahih bir dinin gayesidir ama insanların çoğu bunu bilememiş. Allah onlar hakkında hiçbir kanıt indirmediği halde, Allah’ı bırakıp tapındıkları hiçbir şey gerçekte onların ve atalarının taktığı anlamsız isimlerden öteye geçebilir mi? Neyin doğru, neyin eğri olduğunun hükmü Allah’ındır ve O, kendisinden başkasına kulluk edilmemesini buyurmuştur. İşte dosdoğru olan tek din buydu ama insanların çoğu bunu bilmemiş. Hakikati inkara şartlanmış olanlar, kendi uydurdukları yalanları Allah’a yakıştırmış. Ve onların birçoğu akıllarını kullanmamış. “Allah’ın indirdiğine ve elçisine gelin” denildiğinde, “Atalarımızdan gördüğümüz inanç ve eylemler bizim için kafidir” diye cevap vermişler. Oysa imana ermiş olan, yalnız kendinden sorumluydu."

"Şefaat ya Efendiler'in Efendisi" diye araya giriyor bir diğeri. Ona dönüyor Peygamber: "Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, mensup olduğunuz oymak ya da boy, kazanıp biriktirdiğiniz mallar, kötüye gitmesinden koktuğunuz ticaret, hoşlandığınız konular.. size Allah’tan, O’nun elçisinden ve O’nun yolunda kavga etmekten daha gönül bağlayıcı geldiyse Ashabım; beklenen o zaman geldi, Allah iradesini açığa vuracak. Bilemediniz mi Allah, günaha batıp gitmiş bir topluluğa asla hidayet etmez! Anlayacaksınız gökte ve yerde Allah O’dur ve O’dur yalnız her şeyi bilen. Size zulmetmeyecek, siz kendi kendinize zulmettiniz!

"Şefaat ya Hoca-Efendim'ın Efendisi" diye yere atıyor biri kendini. Hira'ya çıktığı zamanları anımsıyor Peygamber. Kur'an ile tanıştığından beri ilk kez Hira'ya yeniden gitmek istiyor: "Siz ey imana erişenler! Bilemediniz mi alimlerin ve din adamlarının çoğu, insanların mallarını, haksızcasına yiyip yuttu ve Allah'ın yolundan alıkoydu. Bütün o altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara azap geliyor şimdi. Ben bize emanet edilen mesajı size açıkça tebliğ etmekten başka bir şey ile yükümlü değildim."

Gözlerinden taşıyor artık göz yaşları Peygamber'in. Kur'an onu teselli ediyor: "Ya Muhammed, onları doğru yola iletmek sana ait değildi, O dilediğini doğru yola iletir. And olsun ki Allah'a kulluk etmeleri ve Tağut'tan sakınmaları için her ümmete bir peygamber gönderildi. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hakketti. İman edip sonra inkar edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkar edenleri, sonra da inkarlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir. Bu gün her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır, yaptıklarıyla cezalandırılır! Gelin bana ey Muhammed'in ümmeti.. Gelin bana ey İnsan'lar, gelin.."

14 Ekim 2008 Salı

asgari yaşam hakkı

Yeni bulduğum bir internet yazarı (Musa Şimşekçakan) bir yazısının girişinde şöyle demiş:

"
Dua bir istektir.
İçinde bulunulan hali değiştirme isteği…

Bir bakıma mevcut duruma bir başkaldırı ve isyandır.

İnsanın yeni arayışlar içinde olmasını sağlayan…

İnsanın içinden bulunduğu kötü durumu kader sayan sünepeliğin reddedilmesi için olsa gerek Kur'an'da "Dua etmedikten sonra ne işe yararsınız." (25/77)denilmiştir.

İnsanın onurunu korumak ve başkalarının önünde küçük düşmesini önlemek için sadece ama sadece Allah'tan istemesi önerilir.

Aynı zamanda bu insanın başkalarına yardıma muhtaç durumda bırakılmaması gereğini hatırlatır.

Nitekim insanın Allahtan başkasına karşı borçlu bırakılmaması hali asgari yaşam hakkı sayılmalıdır.
Başka bir ifade ile herkes için sadece Allah'tan isteriz diyebileceği bir düzey insanlık onuru için vazgeçilmez bir gereklilik olsa gerek
.
.."

Yazarın henüz birkaç yazısını okudum ve üslubu beni bazen rahatsız ediyor: Tepkisi kontrolsüz ve duygusallaşmış görünüyor, bu yüzden de yer yer düşünceleri bulanıyor. Ama yukarıda alıntıladığım kısım oldukça hoşuma gitti. Asgari yaşam hakkının "insanın Allah'tan başkasına borçlu bırakılmayacağı hal" olarak tanımlanması düşünsel eğilimime oldukça uygun ama söylemsel birikimime bir o kadar yeni. Siz ne dersiniz?

9 Ekim 2008 Perşembe

Bilim-Sanat ikilemesinde 1 Birleme: Veri-Haber-İrfan sarmalında Bilgi

Hayyam'ın anısına..

Dışrak bilginin içreğe indirgenmesi (bilim) ve içrek bilginin dışrağa yükseltgenmesi (sanat) birbirinden bağımsız olabilir mi?

İndirgenme ve yükseltgenme kelimelerini kimyadaki terimsel anlamları civarında birer anlamda kullandım bu tanımlamalarda. Öyle ki,

İki atomun kimyasal bir bağ yaparak bir bileşik oluşturması, her ikisinin de bu sayede daha kararlı[1] bir yapıya[2] ulaşabilecek olmasındandır. Eğer iki atomdan[3] birinin daha kararlı bir yapıya ulaşabilmesi için alması gereken elektron sayısı, diğerinin daha kararlı bir yapıya ulaşabilmesi için vermesi gereken elektron sayısına eşitse, elektron alış-verişi üzerinden bir kimyasal bağ[4] gerçekleşir. Bu alış-verişte[5] alıcı atom indirgenmiş, verici atom ise yükseltgenmiş olarak adlandırılır.

Buradan da anlaşılacağı üzere, bilim ve sanatı içrek ile dışrağın daha kararlı birer yapıya bürünebilmek için bağ kurması olarak görüyorum. Birinde alim (bilim insanı) alemin bilgisini kendisine katarak indirgenirken, diğerinde şair[6] (sanatçı) bilinç ve bilinç altındaki bilgiyi bilinç üstüne[7] katarak yükseltgeniyor. Böylece bilim ve sanat niteliksel olarak eş düzeyde şeyler olmuş oluyor. Bilimci ve sanatçı üzerindeki ayrı dünyaların insanı olma dayatması da sarsılıyor: Onlar sadece aynı yere birbirinin tersi iki yoldan ulaşıyor ve bir yolu kullanmak, diğer yolu kullanamayacak olmak anlamına gelmiyor. Bilimde sanat ve sanatta bilim üzerine biraz düşünülerek, bu iddia süslenebilir sanırım. Kim bilir, süslemenin sonunda belki filozoflar da hem bilimci, hem sanatçı olanlar olarak karşımıza çıkar..

Atomların bağlanması sadece elektron alış-verişiyle olmadığı gibi, içrek ve dışrağın bağlanması da sadece bilim ve sanatla olmak zorunda değil. Belki elektron paylaşmasıyla oluşan atomik bağlarla[8] spor ya da bireysel din (içrek ya da dışrak bilginin paylaşılması), elektron-ik kutuplaşmalarla oluşan bağlarla[9] da siyaset (bilginin kutuplaşması) birbirine benzetilebilir ve bilim, sanat, felsefe, spor, din, siyaset gibi kavramlar içrek-dışrak bağ kuvvetleri üzerinden çeşitli durumlar için karşılaştırılabilir. İçrek ve dışrağın parçalı yapıları birden fazla bağlanma tipini aynı anda olası da kılabilir. Ama bundan önce elektriksel yük yoğunluklarıyla benzeştirdiğimiz bilgi kavramını biraz didiklemek gerekiyor.

* * *
"Keşfetmeyi durdurmamalıyız: Tüm keşiflerimizin sonunda başladığımız yere dönmüş olacağız ve orayı ilk defa tanıyacağız.."
T.S. Eliot

Bilgiyi edinme yöntemlerini akıl, sezgi ve araştırma üzerinden olmak üzere üçe[10] ayırabiliriz. Herhangi bir alanda bilgi sahibi olmak için her üç yöntemin eş-zamanlı ve dengeli kullanılmasının gerektiğini düşündüğüm için, şimdilik bu yöntemleri yazının ilgi alanından çıkartıyorum.

Bilgiyi üç ardışık düzeyde inceleyebiliriz: Veri (“datum”), haber (“in-formation”) ve irfan[11] (“knowledge”).

Veri düzeyinde bilgi nesnesini kuşatmaz ve sahibi bilgiç olarak adlandırılabilir. Örneğin ekmek yapımı üzerine bu düzeyde bilgi sahibi olmak ekmek yapabilmek için yeterli olmaz. Bunun için bilgicin bilgisini haber düzeyine kadar derinleştirip, bilgine dönüşmesi gerekir. Haber düzeyinde bilgi ise nesnesini sadece dışardan kuşatır: Ekmek yapımı üzerine bu düzeyde bilgi sahibi olmak tek başına pasta yapabilmek için yeterli olmaz. Bunun için de bilginin bilgisini irfan düzeyine kadar derinleştirip, bilgeye dönüşmesi gerekir. İrfan düzeyinde bilgi nesnesini hem içten, hem de dıştan kuşatır. Bu üç düzeyi dini terminolojiye eminlikte (imanda) ilmen yakin, aynen yakin ve hakkan yakin olmak olarak indirgeyebiliriz.

İlk bölümdeki benzetmeye geri dönersek, içrek-dışrak bağıyla bilginin veri-haber-irfan doğrultusunda ilerlemesini bilimcinin indirgenmesi, ters yönde ilerlemesini ise sanatçının yükseltgenmesi olarak adlandırabiliriz. Bilimci bilgiç olup veri toplayarak, sanatçı ise bilge olup marifet (bkz: [11]) göstererek yola çıkar. Bilim yolun sonunda kendi marifeti olarak teknolojiyi, sanat ise yolun sonunda kendi verisi olarak sanat eserlerini üretir. Bilimci önce içreği, sonra dışrağı değiştirir; sanatçı ise önce dışrağı, sonra içreği.. ..Böylece her ikisi de keşfinin sonunda başladığı yere geri döner ve orayı ilk defa hakkıyla tanıma fırsatı bulur.

Ek Bilgi:

1) elektron-ik biçimi daha simetrik, daha düşük enerjiye sahip
2) asal gazların elektron-ik biçimleri
3) iki atom yerine ikiden fazla atom da olabilir
4) kimyasal bağ çeşitlerinden iyonik/elektro-valent bağ
5) sıfırdan bir bileşik oluşumu yerine eski bir tanesinin bağlarının kırılıp, bir yenisinin oluşması sırasındaki bir alış-veriş de olabilir
6) “şuur sahibi”, bilinç sahibi
7) ortak, toplumsal bilince
8) ko-valent bağ, eş(lenik)-valent bağ
9) van der waals bağı
10) dini terminolojide burhan, irfan ve beyan
11) “gerçeğe ulaştırıcı güçlü biliş, anlayış ve seziş” anlamına gelen, arif ve marifet ile aynı kökten türemiş bir kelime

8 Ekim 2008 Çarşamba

Din-Siyaset İkilemesinde 1 Birleme

Bedreddin'in anısına..

Dini inanışlar ile siyasi duruşlar birbirinden bağımsız olabilir mi?

Birinin içini Anarşik Müslüman, diğerininkini ise Müslüman Anarşik olarak dolduruyorsam benim cevabım az çok belli olmalı.

Önce bu iki kavrama yüzeysel bir şekilde kökenbilimsel (etimolojik) olarak bakalım. Arapça’dan aldığımız din kelimesi aynı kavramı diğer dillerde karşılayan birçok benzeri gibi yol, yön, ölçü anlamlarıyla yüklenebiliyor. Yine Arapça olan siyaset kelimesi ise at bakıcısı/terbiyecisi (seyis) kelimesi ile aynı kökten türüyor. Yunanca’dan aldığımız eş anlamlı politika kelimesinin şehir (polis) kelimesinden türediği gibi..

Kökenbilimsel olarak din ve siyaset birbirini kendi çıkarları için kullanan iki ayrık kavram olarak değil, insanın çıkarları için kullanılan iki kapsaşır kavram olarak görünüyor.

Şimdi biraz daha derinlemesine bakalım.

Dinde Siyaset

Kur’an’a göre özünde tüm dinler bir ve Tevhid Dini. Bu özün dinler kümesindeki tümleşiği ise Şirk Dini oluyor. Dini bir düş, düşünce, söz ya da eylemin herhangi bir zaman-mekanda Tevhid Dini’nin ne kadar içinde olduğu, o zaman-mekanda onda Kelime-i Tevhid etkinliğinin ne kadar amaçlandığı ve ne kadar olduğuyla belirleniyor. Diğer bir deyişle, herhangi bir kişinin üzerinde olduğu din uçlarından biri mutlak tevhid, diğeri mutlak şirk olan sürekli bir tayfın üzerinde zamana bağlı konumu değiş(ebil)en bir nokta gibi.

Bu iki dinin arasındaki sınır inanış biçimleri açısından oldukça belirsiz ve değişken görünüyor. Oysa aynı sınır {İbrahim, Musa, İsa, Muhammed,,} ile {Nemrut, Firavun, Karun, Bel’am,,} arasındaki siyasi duruş farklılığı kadar belirgin ve sabit. Zira Kelime-i Tevhid’in etkinliği siyasi bir etkinlik: {İbrahim, Musa, İsa, Muhammed,,} araç-amaç ikilemesince (dikotomisince) yeri geldiğinde devrimci, yeri geldiğinde muhafazakar oluyor. {Nemrut, Firavun, Karun, Bel’am,,} ise her daim muhafazakar..

Siyasette Din

Bizim zaman-mekanımızda zamanın inatçı evlatlarından, devrimcilerden mi olmak gerek? Yoksa mekanın kararlı sakinlerinden, muhafazakarlardan mı?

İktisat (ekonomi), sağlık, eğitim-öğretim, felsefe, bilim, sanat,, bu ülkede sizce hangileri yolunda? Bu alanlarda sizce neleri korumalıyız, neleri devirmeliyiz? Dini inanışınız veya siyasi duruşunuz araç-amaç ikilemesince bu konularda karar almanızı nasıl etkiliyor? Din ve siyaset.. ..bu ülkede sizce bunlar ne kadar yolunda?

Tüm toplumsal sorunlarımız karşılıklı iktidar ilişkilerimizin birer birer dondurulup, tahakküm ilişkilerine dönüştürülmesinden türevleniyor gibi. Eş-eş, veli-evlat, öğretmen-öğrenci, hekim-hasta, ast-üst, patron-işçi,, tüm iktidar ilişkileri ortasından kırılıp, kırık uçlardan soyut ve otoriter 3. kişilere, en çok da devlete kaynak yapılıyor. İkili ilişkiler kırılıp üçlü olarak yeniden kurulduğu için bunalımlar/sürtünmeler ortaya çıkıyor (bkz: “frustration in spin glasses” ya da “3 ve trajedi”), ilişkilerde esneklik ve tersine çevrilebilirlik ortadan kalkıyor, iktidar tahakküme dönüşüyor. Bunalımları azaltmak adına karşılıklı sorumluluklar o 3. kişiler üzerinden soyut bir düzleme aktarılıyor ve sorumsuzluk meşrulaşıyor.

Oysa Kur'an'da Allah kulları ile arasındaki ikili ilişkilere Peygamberler'ini bile sokmadığı gibi, ikili kul-kul ilişkilerine kendisi bile karışmıyor (bkz: "kul hakkı"). Kelime-i Tevhid'i Müslümanlara farz kılarak, Allah-kul ve kul-kul ikili ilişkilerini 3. kişilerin müdahalelerine karşı koruma altına almayı (da) istiyor.*

Din ve Siyaset

Hem Müslüman, hem de Anarşik olduğum için, içinde efendi-köle benzeri tahakküm ilişkilerinin olduğu hiçbir sosyal sistemde yaşamak istemiyorum! Bu tür ilişkileri meşru kıldıklarını, doğurduklarını ve barındırdıklarını düşündüğüm için de dini inanışımı (hak kabul edilsin ya da edilmesin) hiçbir mezheple ve siyasi duruşumu (yasal kabul edilsin ya da edilmesin) hiçbir örgütle sınırlandırmıyorum. İlişkilerde iktidarı (bağlılıkları) tahakküme (bağımlılıklara) çevirip, öz-ü-gürlüğü dışlayan tüm otoritelere ve şirki içleyen tüm putlara karşı çıkıyorum. Ve içinde olduğum bir şeyi değiştirmek istiyorsam, önce kendimi değiştirmem gerektiğini biliyorum!

(*) Müdahale etmeyi dahil olmak anlamında kullandım. Yanlış anlamalara açık olduğu için bunu biraz açmak istiyorum. İkili bir ilişkide tarafların isteği üzerine hakemlik yapıp, yorum sunmak ya da adaletsizlik içeren bir ikili ilişkide adalet tamamlanıncaya kadar zalim tarafa karşı durup, mazlum tarafa destek olmak bu ilişkilere dahil olmak anlamına gelmiyor. İkili bir ilişki bu gibi durumlarda üçlü bir ilişkiye dönüşmüyor: İkili ilişki sayısı bir süreliğine birden üçe çıkıyor ama üçü asla birleşmiyor.

iZ-LeYiCiLeR