25 Eylül 2008 Perşembe

Kur'an - 1

Kur’an’ncayla “okuyarak, düşünerek ve yaşayarak” anla(ş)madan önce, kişiler benimkiler gibi İslam hakkındaki yazıları neden okur ki? Kur’an ile yüz yüze tanışıp, baş başa konuşup, kalp kalbe bilişmek yerine onu başkalarından duyduklarıyla tanımayı, dinlemeyi, bilmeyi seçmek hiç makul değil. Makul olan tanışıp, konuşup, biliştikten sonra muhabbete kendi dostlarını da katabilmek, onun dostlarını da..

Kişi Hira’yı sadece kendi vicdanında bulabilir. Hira'da inmeye başlayan vahiy de içrek mağaralara aklı kullanarak ulaşmayı öğütler. Zira kavli ve kevni tüm ayetleriyle kendini ancak ilk olarak o mağaralarda açığa çıkarır. Ve kendi mağarasını bulmamış olan, başkalarının mağaralarında havasızlıktan boğulup, ölür de.. ..öz mağara kararırken, özge mağara kirlenir.

Peki ben niye “içreği dolduran ve dışrağı kuşatan Rabb'in katında bizim yekpare düzlemimizle derinleşen” bu kitabın yüzlerinden benim gördüğüm birini çizmeyi deniyorum? Niye onunla içrek muhabbetimi dışrağa duyurmaya çalışıyorum?

Çünkü ellerindeki mikrofonlarla ve megafonlarla kulaklara, yazdıkları ve çizdikleriyle gözlere perdeler çekenler var. Birileri akıllara duvar örüyor, birileri kalplerdeki mağaraları kirletiyor, karartıyor. Birileri kendi kokuşmuş mağaralarında, susuzluktan kurumuş topraklarının altına erkek, kız, tüm çocukları diri diri gömüyor! Üzerinde kendilerini rahat hissettikleri zemini berkitmek için..

Ve Kur’an Allah'ın katından bana çıkışıyor: “Kendi rahatın mı seni onları Biz'le rahatsız etmekten alıkoyan!” diye..

Varsın, rahatsız olsun o birileri,

Muhabbetle,,

9 Eylül 2008 Salı

Beyan-Burhan-İrfan üzerine - 3


İkinci yazıda inşallah daha fazla canımız sıkılmaz demiştim ama birilerinin canı sıkılmadan benim can sıkıntım geçmeyecek gibi. Yrd. Doç. Dr. Niyazi Beki’nin “Hadis ve Sünnete Dair Bir Cevap” isimli makalesini aşağıda incelemeden önce yönteme dair birkaç açıklama yapma gereği duyuyorum:

1) Dini bir hakikate ulaşmada beyan, burhan ve irfan yöntemlerinin üçünün birden aynı anda ve dengeli kullanılması yöntemlerin hata paylarını azaltacaktır.

2) Dini bir hakikate ulaşma amaçlı bir tartışmada yöntemlerden herhangi biriyle elde edilmiş bir bilgiye cevap verirken aynı yöntemi kullanmak tartışmayı daha sağlıklı kılacaktır.

* * *

İslamiyetin her türlü meselesinde, söz söylemek, ahkâm kesmek hakkını kendilerinde gören bir kısım zevat..” (Niyazi Beki)

Yazının sonunda tamamını verdiğim makaleye Niyazi Beki böyle başlamış. Oysa bir Müslüman İslam’ın her türlü meselesinde söz söylemek zorunda değil mi? İslam’da ne zamandan beri Kilise Hıristiyanlığı’ndaki gibi bazı konular hakkında kendilerinden başkasının konuşamayacağı bir ruhban sınıfı var? Ki yazar kendini o sınıfa, başkalarını da diğer sınıfa dahil etmiş; sınıfından çıkmayı deneyenleri de küçümsemiş..

Ama, kasdedilen “Kur’an’ın bitmez tükenmez hazinesi vardır. Ezelî bir zatın kelâmıdır, her müşkilimizi onun işaret ettiği yollardan çözebiliriz” mealinden çok, “Kur’an bize yeter! Mezhep imamlarına ne gerek var? Müçtehidler de kim oluyormuş? Sahabeler de insandı canım! Hadislerin de çoğu mevzu, sonradan uydurulmuş! Kalanlarda bindörtyüz yıllık. Dolayısıyla, yaşadığımız asırda yeni birşeyler söylemek lazım. Bunun için de Kur’an bize yeter..” gibisinden iddialar olunca..” (N.B.)

Yazar Kur’an’ın her türlü soruna dair bir çözüm içeren ezeli bir hazine olması mealini nasıl oluyor da işaret ettiği iddialarla çelişir buluyor? Nasıl bir mantık ilişkisi kurmuş? Bu iddiaların tam tersi, yani “mezhep imamları, müçtehidler, sahabeler ve hadisler olmaksızın o hazinenin kullanılamayacağı” asıl o mealle çelişmez mi??

Bütün asırlara seslenen yaş kuru herşeyi ihtiva eden Kur’anın bütün prensiplerini anlamak ancak vahiy ile desteklenmiş olmakla mümkündür. Vahiy ile desteklenmeyen hiçbir insan aklının, bütün bu bilgileri doğrudan Kur’andan alması imkânsızdır..” (N.B.)

Acaba yazar Zülkarneyn’in kim olduğu, Ashab-ı Kefh’in sayısı gibi Kur’an’da bilemeyeceğimizin söylendiği şeyler mi kastediliyor burada? Eğer öyle değilse neler bu peygamberler dışında kimsenin anlayamayacağı şeyler?

Sadece vahiy alanlara özel bilgiler mi söz konusu? Ya da “peygamberler kendilerine vahyedilenin tamamını açıklamazlar” mı denmek isteniyor?

Kur’an “Fakat [bize emanet edilen] mesajı size açıkça tebliğ etmekten başka bir şey ile yükümlü değiliz”. (36:17) (Ayrıca bakınız: 5:17, 10:108, 13:40, 16:35, 16:82 ..vb) demiyor mu Peygamber’in ağzından? Sadece tebliğ etmek!

Hem sadece Peygamber’in anlayabileceği bir şeylerin olması Kur’an’ın hitap gücünü azaltmak demek değil mi? Allah Peygamber dışındakilere bazı şeyleri anlatmakta aciz mi? Peygamberliği kendimizce yüceltmek için Kur’an ve Allah’ı küçültüp şirke düşmekten Allah’a sığınmak gerek. Allah’ın vahyini alabilecek birisi olmak yeterince saygıdeğer biri olmak demek değil mi zaten?

Sad 86-88: “DE Kİ [ey Peygamber]: “Bu [mesaj] için sizden hiçbir karşılık istemiyorum; ve ben sahip olmadığı şeyleri iddia edenlerden değilim. Bu [ilahî kelâm], bütün âlemler için ancak bir öğüt ve uyarıdır. Ve onun anlamını bir süre sonra mutlaka kavrayacaksınız.”

Neml 92: "Ve Kur'an'ı okumam (emredildi). Artık kim doğru yola gelirse, yalnız kendisi için gelmiş olur; kim de saparsa ona de ki: Ben sadece uyarıcılardanım.

Bakara 272: “(Ya Muhammed!) Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lakin Allah dilediğini doğru yola iletir. (..)

Görüldüğü gibi Peygamber Kur’an’ın bir hatırlatma olduğunu, kendisinin sadece onu okuduğunu, tebliğ ettiğini ve uyardığını, kimseyi doğru yola iletemeyeceğini söylüyor ve ekliyor “anlamını kavrayacaksınız”! Kavratacağım demiyor.. Sahip olmadığımı iddia etmem diyor..

Casiye 28: “O gün her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağırılır, (onlara şöyle denilir:) "Bu gün, yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız!"

Maide 103-105: “Hakikati inkara şartlanmış olanlar, kendi uydurdukları yalanları Allah’a yakıştırırlar. Ve onların birçoğu akıllarını kullanmaz. “Allah’ın indirdiğine ve elçisine gelin” denildiğinde, “Atalarımızdan gördüğümüz inanç ve eylemler bizim için kafidir” diye cevap verirler. Ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan uzaklaşmış kimselerdiyse de mi? Sen imana ermiş olan, yalnız kendinden sorumlusun! (..)

Allah Kitabı’nda sık sık “Düşünmeyecek misiniz? Düşünen bir toplum için bunda derin anlamlar vardır!” demiyor mu? Bu ayetleri düşünmeyecek miyiz?

Bakara 104: “Ey iman edenler, 'Raina-Bizi güt' demeyin. 'Unzurna-Bizi gözet' deyin ve dinleyin. Kafirler için acı bir azab vardır.

Müslüman Zihni’nde olması gereken Peygamberlik niteliği Kur’an’ca bu kadar açık olarak işlenmişken Peygamber’sahip olmadığı şeyleri yakıştırmanın nedeni ne olabilir?

İbni Mes’ud bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Kur’anda bizim için herşey açıklanmıştır. Ancak bizim aklımız onu idrak etmekten âcizdir. Bunun içindir ki Allah “Sana da kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye Kur’anı indirdik”16/44 şeklinde ifade buyurmaktadır.” (N.B.)

Nahl suresininin 44. ayetini değişik meallerden inceleyelim:

[EY MUHAMMED,] Ve biz sana da bu uyarıcı kitabı indirdik ki, insanlara, başından beri indirilegelen mesajın aslını olanca açıklığıyla ulaştırasın ve onlar da böylece belki düşünürler.” (Muhammed Esed)

(Ey Peygamber!) Sana da Kur'ân'ı indirdik ki, insanlara vahyedileni açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.” (Elmalılı)

İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.” (Diyanet Vakfı)

Sana da, onlara ne indirildiğini açıkça anlatman, düşünmelerini sağlaman için Kur'an'ı indirdik.” (A. Gölpınarlı)

Sana da zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.” (Ali Bulaç)

Bu ayetin neresinde aklın aciziyeti söz konusu? Tam tersine Peygamber’in ulaştırdığı, anlattığı ve açıkladığı Kur’an’ın insanların düşünüp anlaması gerektiği yazmıyor mu? İbn-i Mesud ayetin neden düşünme kısmını budamış? Aklı aciz gösterebilmek için mi?

İmam Şafii gibi âlimler bu gibi ayettlerde geçen “hikmet” kelimesini sünnet olarak açıklamışlardır.” (N.B.)

Hiçbir mealde bu ayetteki hikmet kelimesinin yerine sünnetin kullanıldığını görmedim. İmam Şafi neye dayanarak böyle bir açıklama yapmış? Hem sünnet indirilecek bir şey mi? Kendisine indirilen vahyi yazdıran Peygamber, sünnet vahiy gibi indirilen bir şeyse sünneti niye yazdırmadı?

Kur’an’da hikmet 101 kere kullanılmış. Gelin bakalım ayetlere de ne demek olduğunu anlamayı deneyelim:

Bakara 251: "(..) Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. (..)"

Al-i İmran 48: "(Melekler, Meryem'e hitaben İsa hakkında sözlerine devam ettiler:) Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı, İncil'i öğretecek."

Meryem 12: ""Ey Yahya! Kitab'a (Tevrat'a) vargücünle sarıl!" (dedik) ve henüz sabi iken ona (ilim ve) hikmet verdik."

Nisâ 54: "(..) Oysa İbrahim soyuna Kitab'ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik."

Bakara 269: "Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar."

Al-i İmran 58: "(Resulüm!) Bu söylenenleri biz sana ayetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan okuyoruz."

Yunus 5: "(..) Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme ayetlerini açıklamaktadır."

Mümtehine 5: "Rabbimiz! Bizi, inkar edenler için deneme konusu kılma, bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegane galip ve hikmet sahibi, ancak sensin."

Görüldüğü gibi yegane hikmet sahibi Allah’mış ve o dilediğine hikmetinden verirmiş. Hem Kur’an hikmet dolu bir kitapmış ki ancak akıl sahipleri düşünüp, ibret alırmış. İmam Şafii bunları okumamış mı?

Allah ve resûlü bir işte hüküm verdiği zaman, erkek-kadın hiçbir mü’min için kendi işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve resûlüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 33/36” (N.B.)

Ahzab Suresinin bu ayetini sonrasıyla beraber okuyalım:

36. Allah ve Elçisi bir konuda hüküm verdikten sonra artık inanmış bir erkek ve kadının kendileriyle ilgili konularda tercih serbestisi yoktur: [bu, hakkı kendinde görerek] Allah'a ve Elçisi'ne isyan eden kimse, apaçık bir sapkınlığa düşmüş olur.
37. VE BİR ZAMAN, [ey Muhammed,] Allah'ın lütufta bulunduğu ve senin de iyilik ettiğin kişiye, “Eşini terk etme ve Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!” demiştin. Ve [böylece] Allah'ın yakında aydınlığa çıkaracağı şeyi içinde gizlemiştin; çünkü insanlar[ın ne düşüneceklerin]den çekiniyordun, oysa çekinmen gereken yalnız Allah olmalıydı! [Fakat] sonra Zeyd o kadınla beraberliğini sona erdirdiğinde onu seninle evlendirdik ki [gelecekte] evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlar[la evlendikleri] için müminler suçlanmasın. Ve Allah'ın buyruğu [böylece] yerine getirilmiş oldu.

38. [O halde,] Allah'ın kendisi için takdir ettiği şeyi yapmasından dolayı] Peygamber'e hiçbir suç isnad edilemez. [Gerçekte, bu] sizden önce gelip geçenler için de Allah'ın bir uygulamasıydı; ve [şunu unutma ki] Allah'ın iradesi mutlaka tecelli eder.

36. ayet İbn-i Abbas’a göre Peygamber Zeyneb’i kölesi Zeyd için ailesinden istediği ve onların bunu kendilerini Zeyd’den daha soylu gördükleri için kabul etmedikleri zaman inmiş. Yani birileri kendi çıkarları için Allah’ın Peygamberi’ne karşı çıktığı zaman..

Ayetin devamında da Zeyneb ile Peygamber’in evlenmesi üzerine insanların Peygamber’e karşı çıkıp, onu suçlama olasılığından bahsediyor.

Yani bu ayetlerde Peygamber’e ilk karşı çıkış evlenme işlerinin sosyal statükoya göre düzenlenmesine Peygamber’in karşı çıktığı durumda oluyor. Daha sonra ayet iniyor ve aile evliliği kabul ediyor. Ama evlilik kötüye gidiyor. Peygamber’e Zeyneb ile evlenileceği ilham ediliyor. O da bunu bildiği ve insanların tepkisinden korktuğu için Zeyd’e eşini boşamamasını söylüyor. Allah Peygamber’in bu davranışını onaylamıyor, “onlardan değil, Allah’tan çekinmeliydin” diyor. Ve kendi kölesinin eski eşiyle evlendiği için insanların ona karşı çıkamayacağını söylüyor.

Görüldüğü gibi durum, yani “karşı çıkış” özel bir durum. Zira olay içinde Zeyd Peygamber’e karşı çıkıyor ve bu Allah’ın buyruğunun bir parçası olarak gösteriliyor. Öyleyse bu ayetler nasıl olur da makalede yorumlandığı gibi yorumlanabilir?

Namazın rek’at sayısı gibi bütün ümmetçe dinin zaruri esaslarından sayılan ve inkârı ise irtidadı (dinden çıkmayı) gerektiren hususlar sünnet ile sabittir.” (N.B.)

Namazın rekat sayısının inkarı dinden çıkmak mı demekmiş? Nerede yazıyor Allah aşkına? Gerekli durumlarda ibadeti kolaylaştırmayı önerirken Allah, birileri Allah’ın önerisini dinleyenlerin O’nun dininden çıkacağını mı söylüyor?

Allah, Hz. Peygamber (a.s.m.)’e hitaben “Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et” (8/65) buyuruyor; ancak bu teşvikin nasıl ve ne gibi ifadelerle yapılacağını bildirmiyor. Demek ki Hz. Peygamber (a.s.m.) Kuran’ın emriyle, Kuran’ın dışında da söz söyleme yetkisine sahiptir.” (N.B.)

Kur’an’da savaşla ilgili bir dolu ayet var, bu tek ayet değil:

Bakara 216: "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür."

Nisa 71: "Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut (gerektiğinde) topyekün savaşın."

Nisa 75: "Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!"

Nisa 90: "Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin) den yürekleri sıkılarak size gelenler müstesna. Allah dileseydi onları başınıza bela ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir."

Nisa 94: "Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek "Sen mümin değilsin" demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır."

Enfal 1: "Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber'e aittir. O halde siz (gerçek) müminler iseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Resulüne itaat edin."

Enfal 16: "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!"

Enfal 17: "(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir."

Enfal 39: "Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkara) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür."

Enfal 41: "Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resulüne, onun akrabalarına yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir."

Savaş kelimesinin geçtiği 85 ayetten birkaç tanesini örnek olsun diye aktardım. Görüldüğü gibi bu ve diğer ayetlerde a’dan z’ye savaş hakkında her şeyin nasıl yapılması gerektiği anlatılıyor. Bu makalenin yazarı Kur’an’ı hiç mi okumamış? Peygamber’e Kur’an’a dayanmaksızın hareket etmeyi yakıştırmak için nasıl Kur’an ayetlerini bile çarptırıp duruyor?

“Müslüman Zihni’nde olması gereken Peygamberlik niteliği Kur’an’ca bu kadar açık olarak işlenmişken Peygamber’sahip olmadığı şeyleri yakıştırmanın nedeni ne olabilir?” sorusunda sorguladığımı biraz genişletelim:

Peygamber’e Kur’an’a dayanmaksızın hareket etmeyi yakıştırmak için Kur’an’ı bile çarpıtacak kadar çaba harcamanın nedeni ne olabilir?


Denilebilir ki; Kuran Allah’ı temsil ediyor, Hz. Peygamber (a.s.m.) Kuran-ı, sünnet ise Hz. Peygamberi (a.s.m.) temsil ediyor.” (N.B.)

Peygamber’in dediklerinin ve yaptıklarının Kur’an’ı temsil etmesi zaten kaçınılmaz. O Kur’an’a göre yaşamış. Ama bugüne aktarılan sünnetin %100 Peygamber’i temsil ettiğini kim söyleyebilir ki? Bu altından kalkılması ağır bir iddia değil mi? Kusura bakmayın ama kim böyle bir iddianın altına girerse ezilir.

Ama bu cümleyle yukarıda genişlettiğimiz sorulama için bir cevap kapısı aralanır gibi oldu:

“Sünneti birebir uygulayan ya da yaptıkları birebir sünnet olarak adlandırılan birileri Peygamber’i, dolayısıyla da Kur’an’ı temsil ediyor olur. Peygamber’in Kur’an’a dayanmaksızın hareket edebilme yetkisi olduğu için bu kişiler de aynı şekilde hareket edebilir ve temsil ettikleri yüzünden onlara karşı çıkılamaz!”

Saygı için Peygamber’in Efendi, başka birilerinin ise Hoca-Efendi olarak adıllandırılabilmesi; o Hoca-Efendi’lerin Müslümanlığı sürekli kölelik olarak anlatıp, (temsil ettikleri düşünülen) Peygamberler’in ayetlerin aksine insanları kurtarmak için geldiklerini söyleyebilmesi bununla ilgili olabilir mi?

Özetle şunu söyleyebiliriz ki, insanlık tarihinde Kur’an-ı Kerim dışında Hz. Peygamberin(a.s.m.) hadisleri gibi titiz bir ilmî çalışma ile günümüze kadar güvenle aktarılan hiçbir kayıt yoktur.” (N.B.)

Tabii.. O yüzden Peygamber’in ömrünün yetmeyeceği kadar çok hadis olmalı ortada. Peki kimisi kimisiyle, birçoğu ise Kur’an’la neden çelişiyor?

Allah Resûlünün sözlerini aklına sığıştıramayanların onları inkâr etmesi gerçekten İslamiyet hesabına cinayettir.” (N.B.)

Anladığım kadarıyla yazar Peygamber’in sözlerini aklını sığıştırabildiğini söylüyor. Acaba bunun için ayetleri katlederek nasıl bir cinayet işlediğinin farkında değil mi?

* * *

Yrd. Doç. Dr. Niyazi Beki’nin “Hadis ve Sünnete Dair Bir Cevap” isimli makalesinin tamamı:

İslamiyetin her türlü meselesinde, söz söylemek, ahkâm kesmek hakkını kendilerinde gören bir kısım zevattan işitiyoruz ki; “Bize Kur’an yeter” demektedirler. Bu söz görünüşte doğrudur. Ama, kasdedilen Kur’an’ın bitmez tükenmez hazinesi vardır. Ezelî bir zatın kelâmıdır, her müşkilimizi onun işaret ettiği yollardan çözebiliriz” mealinden çok, “Kur’an bize yeter! Mezhep imamlarına ne gerek var? Müçtehidler de kim oluyormuş? Sahabeler de insandı canım! Hadislerin de çoğu mevzu, sonradan uydurulmuş! Kalanlarda bindörtyüz yıllık. Dolayısıyla, yaşadığımız asırda yeni birşeyler söylemek lazım. Bunun için de Kur’an bize yeter..” gibisinden iddialar olunca, bu sözlere zihinleri takılan saf ve iyi niyetli müslümanların dikkatlerini bazı noktalara çekmekte fayda vardır. Bu yazımızda, sünnetin ehemmiyetini ve asla göz ardı edilemeyeceğini, sünneti ve hadisleri yok saymanın Kur’anla asla bağdaşamayacağını kısaca izah etmeye çalışacağız

Bütün asırlara seslenen yaş kuru herşeyi ihtiva eden Kur’anın bütün prensiplerini anlamak ancak vahiy ile desteklenmiş olmakla mümkündür. Vahiy ile desteklenmeyen hiçbir insan aklının, bütün bu bilgileri doğrudan Kur’andan alması imkânsızdır. Bu da sünnetin ne kadar zaruri, vazgeçilmez olduğunu göstermektedir. İbni Mes’ud bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Kur’anda bizim için herşey açıklanmıştır. Ancak bizim aklımız onu idrak etmekten âcizdir. Bunun içindir ki Allah “Sana da kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye Kur’anı indirdik”16/44 şeklinde ifade buyurmaktadır.

Kur’an-ı Kerim bizzat sünnete uymayı dinin temel esaslarından sayıyor. Hz. Peygamberin en önemli görevinin Kur’anı açıklamak olduğunu ifade ediyor. Aşağıdaki âyetler bunu açıkça ortaya koyuyor:

“Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik o size ayetlerimizi okuyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor ve size bilmediğiniz şeyi öğretiyor.” 2/151

“Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.” 4/113

İmam Şafii gibi âlimler bu gibi ayettlerde geçen “hikmet” kelimesini sünnet olarak açıklamışlardır. (A.ğani A. Halik Hucciyetus-sunne syf. 297.)

Allah ve resûlü bir işte hüküm verdiği zaman, erkek-kadın hiçbir mü’min için kendi işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve resûlüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 33/36

Namazın rek’at sayısı gibi bütün ümmetçe dinin zaruri esaslarından sayılan ve inkârı ise irtidadı (dinden çıkmayı) gerektiren hususlar sünnet ile sabittir. Böyle zaruri bir hükmün kaynağı nasıl zaruri olmaz.

Hz. Ümmü Seleme diyor ki: “Büyük Rabbini tesbih et “Yüce Rabbini tesbih et” âyetleri nazil olduğu zaman Hz. Peygamber (a.s.) onları rükû ve secdelerine koydu. Âyetleri öyle tevil ediyordu.” Yani Kur’anın ilgili emrinin nasıl yerine getirileceğini uygulamalı olarak gösteriyordu.

Allah, Hz. Peygamber (a.s.m.)’e hitaben “Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et” (8/65) buyuruyor; ancak bu teşvikin nasıl ve ne gibi ifadelerle yapılacağını bildirmiyor. Demek ki Hz. Peygamber (a.s.m.) Kuran’ın emriyle, Kuran’ın dışında da söz söyleme yetkisine sahiptir.

“Sizin için Allah’ın Resûlünde –alınacak- güzel bir örnek vardır” âyeti, Hz. Peygamberin konuşan ve yaşayan bir Kuran olarak her zaman canlı bir örnek olduğuna, varlığının zorunluluğuna işaret etmektedir. Denilebilir ki; Kuran Allah’ı temsil ediyor, Hz. Peygamber (a.s.m.) Kuran-ı, sünnet ise Hz. Peygamberi (a.s.m.) temsil ediyor. Buna göre Hz. Peygamberi (a.s.m.) devredışı tutmak isteyen zihniyet, bilerek veya bilmeyerek dinin dörtte üçünün ortadan kaldırılmasına yol açmaktadır.

İmam Şafii gibi birçok alimin bildirdiği gibi, Hz. Peygamberin (a.s.m.) sünneti, Kuranın bir açıklaması hükmündedir. Aksi takdirde, namaz hac, zekât gibi emirlerin detaylarını öğrenemezdik.

Bazı âlimlere göre 29 surenin başında bulunan mukattaat harfleri Hz. Peygamber (a.s.m.) için özel birer şifre niteliğini taşımaktadır.

Hz. Aişe ‘Hz. Peygamberin (a.s.m.) ahlâkı Kur’anın kendisi idi” derken, bir peygamberin vahiy ile olan ilişkisine de dikkat çekmektedir. Bu da vahyin metninin tebliği kadar, muhtevasının gönüllerde yaşaması için de peygamberin şahsına ihtiyaç olduğunu gösterir.

Bu mevzuda verilebilecek örnekler, daha sayfalar dolusu sürebilir. Meselenin aydınlatılmasında bu kadarını kâfi görüp, Ebu Davud ve Tirmizî gibi, hadiscilerin haber verdiği bir hadisi şerifle hem yazımıza nokta koyalım, hemde Hz. Peygamberin,(a.s.m.) halli ile meşgûl olduğumuz meseleyi nasıl asırlar evvel haber verip ümmetini mucizane ikaz ettiğini görelim. Hz. Peygamber (a.s.m.) diyorki:

“Dikkat edin! Bana “kitap” verildi. Onunla beraber, “bir o kadar daha” verildi. Dikkat edin! Karnı tok bir adamın, sedirin üstüne oturup, şöyle demesi yakındır: “Aramızda Allah’ın kitabı vardır. Onun içinde helâl olarak bulduğumuzu helâl sayar, haram olarak gördüğümüzü de haram sayarız.” Oysa, Allah Resûlünün haram kıldığı şey de, Allah’ın haram kıldığı şey gibidir.”

Bir başka rivayette ise hadis şu şekildedir:

“Sakın ha! sizden herhangi birinizi koltuğuna yaslanmış bir halde, kendisine benim emrettiğim veya yasakladığım bir husus geldiğinde; “Bunu bilmem, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyacağız.” derken bulmuş (görmüş) olmayayım.”

Özetle şunu söyleyebiliriz ki, insanlık tarihinde Kur’an-ı Kerim dışında Hz. Peygamberin(a.s.m.) hadisleri gibi titiz bir ilmî çalışma ile günümüze kadar güvenle aktarılan hiçbir kayıt yoktur. Hadislerin, güvenilirliği, bırakınız başka kitapları, Tevrat ve İncil’in günümüzdeki nüshalarından bile daha sağlam ve kuvvetlidir.

Bir hadisin zayıf olması, yanlış bir mânâ ifade ettiği anlamına gelmez, yalnızca Hz. Peygamber’e (a.s.m.) ait olup olmadığı tam olarak tesbit edilemediği anlamına gelir. Öyle ki aynı mânâyı ifade eden iki hadisten birine delil yetersizliğinden dolayı zayıf dendiği vakidir.

Şu noktada iyi bilinmelidir ki, bilerek hadis olmayan bir söze hadistir demek ne kadar çirkin ise, asırlardır en güvenilir müdakkik alimlerce hadis olduğu konusunda şüphe duyulmayan peygamber sözlerine hadis değildir demek o kadar çirkin ve risklidir. Allah Resûlünün sözlerini aklına sığıştıramayanların onları inkâr etmesi gerçekten İslamiyet hesabına cinayettir.

3 Eylül 2008 Çarşamba

Beyan-Burhan-İrfan üzerine - 2


Muhammed Peygamber’in tek bir temel sünneti vardır: Bildiği, inandığı her şeyden O’nun için vazgeçebilecek kadar O’na inanma ve Kur’an’ın ışığı altında sürekli değişip gelişme! Diğer tüm sünnetler bunun birer türevi gibidir.. Ve sünneti en iyi anlatan kitap da tabii ki Kur’an’dır!!! Kur’an’da Peygamber’e “De ki..” diye seslenen, “şöyle ol, bunu yap” diyen onlarca ayet vardır. O Allah’ın Sevgilisi’ni Allah’tan daha iyi kim anlatabilir ki? Allah’ın “De ki..”leri ile başkalarının “Dedi ki..”leri bir olur mu hiç?

Oysa 2 milyonun üzerinde hadis ve onları aktaran binlerce sünnet kitabı var ortada. Bu hadislerin hepsinin doğru olduğunu kabul etmeye kalksak, Muhammed Peygamber’in hadis üretmekten vahiy almaya zamanı kalmamalı. Peki neden bu kadar çok hadis var?

O hadislerin şu kadarı sahih, bu kadarı değil denilebilir. Ama hadisleri Kur’an’a göre sahihleştirenlerin Kur’an’ı mutlak doğru anlayabildiğini söyleyemeyiz. Bu durumda önemli olan hadislerin sahih olup, olmaması olmuyor. Önemli olan Allah’ın katında hadisin sahih bir iletişim yöntemi olmaması oluyor ki Peygamber’in kendi sözlerini özellikle yazdırmaması başka nasıl açıklanabilir? Peygamber’in söylemesi gerekenler bile zaten Kur’an’da yazıyor. Hatta ondan önceki Peygamber’lerin bile sünnetleri var Kitab’da. Bu durumda ilk yazıda verilen hadis tanımından başka bir tanımın kabul edilmesi sakıncalı gözüküyor:

Müslümanca yaşayışta yönlendirici bir etkisi olabilmesi için Peygamber’e atfedilen bir hadis (tanımı gereği) Kur’an’dan bir ya da birkaç ayetin Peygamberce yorumlanışı olmak zorundadır. Özellikle de bağımsız birkaç ayetin tek bir yorumda tümlenişi şeklinde.. Yani Kur’an’dan çıkartılamayacak bir fenomen hakkındaki bir hadis (mesela Mehdi konusunda bir hadis) nassa dahil edilmemelidir.

* * *

Aksi tanımların kabul edilmesi durumunda ortaya çıkabilecek sakıncalara birkaç örnek üzerinden kabaca bir göz atalım:

1) Peygamber’in saç, sakal, giyim ve kuşam konusundaki sünnetinin özünün “Yahudiler o an hangi şekilde görünüyorlarsa o şekilde görünmemek” olduğu bilinir. Lakin Müslümanlar bu sünnetlerin özüne değil de kabuğuna sarıldıkları için günümüzde Müslüman coğrafyasında hakim olan görünüş şekli İsrail’in caddelerinde yaygın olan görünüş şekliyle neredeyse birebirdir. Yani öz kabuktan çıkarılınca, kabuğun içine özün tam tersi girmiş, yerleşmiş sanki.

Bu basit gibi gözüken kaymanın Müslümanlara ne kadar zararlı olduğuna biraz daha derinlemesine bakalım.

Müslümanlar kimlik tariflerini durağan ve değiştirilemez bir şekle indirgedikleri için, bugün aynı şekilde görünen teröristler de Batı tarafından Müslüman olarak tarif ediliyor. Daha doğrusu Müslümanlık teröristlik olarak tarif edilebilir hale geliyor. Acaba bugün yaşasaydı Peygamber buna karşılık sünnetinin özü gereği nasıl görünürdü?

2) Yakub Peygamber kendisine dokunduğu için kendisine deve eti yemeyi yasaklamış. Onu yaşarken tanımış olan bazı sofular, Peygamber öldükten sonra bunu takva kabul edip, deve eti yemekten uzak durmuşlar. Onu yaşarken tanımamış olan sofuların nesline gelindiğinde bu yasak sünnetleştirilmiş. Ama sünnetleştirme sırasında bir gerekçe aranmış, bulunamamış ve sonunda “herhalde tırnaklı hayvan olduğu için” denilerek sünnet genişletilmiş. Daha sonra bu sünnet sofulardan tüm halk arasına yayılmaya başlamış. Birkaç nesil daha geçmiş. Sonunda deve eti yemeyen, nedenini de bilmediği için deveye kutsallık atfeden bir toplum ortaya çıkmış. (Al-i İmran, Ayet 93’ün tefsiri, Mustafa İslamoğlu)

3) Peygamberliğin 9. yılında Muhammed Peygamber İslam’a giren bir Afrika kabilesine “Vallahi yürek yemezseniz Müslüman olamazsınız!” demiş. Bunu duyan bir sahabe o kabilenin evvel inancına göre ruhların hayvanların kalbinde toplandığını öğrenmeseydi acaba ne olurdu?

4) Kur’an’ı Kerim’in evlerin en yüksek köşelerinde saklanmasının ona saygı göstermenin en önemli yolu olduğu düşünülür ve bu bile sünnete katılır.. Bunun ne kadar vahim sonuçlar doğurmuş olması bir kenara, bunu sünnet olarak kabul edenlerin Peygamber döneminde Kitab’ın bütünleştirilmiş bir kitap olmadığını düşünmemesi daha da vahim.

* * *

Örnekler böylece çoğaltılıp, çeşitlenebilir. Ama bunun bize bir faydası olmaz. Onun yerine “Peki neden bu kadar çok hadis var?” sorusuna bir diğerini ekleyelim: Müslümanlar 14 yüzyıldır hadis ve sünnete harcadıkları enerjiyi Kur’an için harcamış olsalardı bugün Müslümanlık nasıl olurdu?

Bir benzetim yöntemi kullanalım her iki soruya birden cevap aramak için. Önce Kur’an’dan veriler:

- İblis Allah’tan kullarını yoldan/dinden saptırmak için izin almış.
- Kur’an’dan önceki iki kitap Tevrat ve İncil değiştirilmiş. Kur’an’ın ise korunacağı Allah tarafından belirtilmiş.
- Kur’an’ın girişi ve özeti niteliğindeki Fatiha Suresi’nin sonunda Müslümanlar’dan şunu istemesi istenmiş:

6. Bizi dosdoğru yola ilet,
7. nimet bahşettiklerinin yoluna; gazab[ın]a uğrayanların ve sapkınlarınkine değil!


- Allah tüm dinleri özünde İslam kabul etmiş.
- Allah “bir toplum kendini düzeltmezse, Allah o toplumu düzeltmez” demiş.

Gazaba uğrayanları Yahudi zihniyetinde olanlar, sapkınları ise Hıristiyan zihniyetinde olanlar olarak tefsir edebiliriz. Mevcut Tevrat Musa Peygamber’den yüzlerce yıl sonra yazılmış. Zira Yahudi Soykırımları sırasında gerçeği kaybolmuş. Gerçek İncil ise yine Yahudilerce kaybedilmiş.

Yahudi zihniyeti bir kavmin Tanrı tarafında seçilebileceği üzerine kurulmuş. Tabii bir kavim Tanrı tarafından seçilebilirse, bir başka kavim de Tanrı tarafından lanetlenebilir. Hıristiyan zihniyeti ise sünnetin dinleştirilmesi üzerine kurulmuş. Nasıl mı?

Onlarca İncil var ortada. Ve varolan İncil’ler Allah’ın sözlerinden ziyade İsa Peygamber’in sözlerini içeriyor. Üstelik bu sözde İnciller’in çoğunu İsa’nın havarileri ve onların öğrencileri kaleme almış. Daha sonra birileri toplanıp, sahih İncil’leri ayıklamayı denemiş. Sonucunda İsa Peygamber’in sünnet külliyatı gibi bir İncil külliyatı oluşmuş. Bu arada da Vatikan bir azizleri araştırma vakfı kurmuş. Ve Kutsal Kilise İsa’yı çoban olarak tanımlayarak, Hıristiyanları koyun haline getirmiş.

Şimdi Müslümanlar Allah kitaplarını koruduğu halde dinlerini korumazsa nasıl yoldan sapabilir diye benzetime başlayalım. Bu benzetimde arada fark yaratacak olan en önemli şey Kur’an’ın korunmuş olması olmalı şüphesiz.

Hıristiyan zihnini Müslümanlar arasında yeniden kurmak için onlarca hadis ve sünnet kitabı yazılabilir, böylece de değiştirilemeyecek olan Kur’an onların arasında boğulup susturulabilir, din de hadisler üzerinden değiştirilebilir. Bu hadis ve sünnet aktarımı sahabeler ve onların öğrencilerine kadar uzatılabilir. Sonra birileri çıkıp sahih olanları ayıklayabilir. Sonunda da Muhammed Peygamber’in sünnet külliyatı haline getirilmiş olur neredeyse mevcut Müslüman külliyatı. Bu arada hadis ve sünnetleri sahihleştirenler büyükleri araştırmayı da farz kılabilir..

Yahudi zihnini Müslümanlar arasında yeniden kurmak için de Yahudiler’in lanetlenmiş kavim olduğu düşüncesi işlenebilir. Ve bu süreçte birileri Muhammed’i efendi olarak tanımlayarak, Müslümanları köle haline getirmeyi deneyebilir.

Ulaştığım senaryo can sıkıcı olabilir. Ama İblis’in Allah’tan aldığı izni var. Ve Allah Müslümanlar’a “Ben kitabınızı korurum ama dininizi siz korumalısınız. Sakın Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi olmayın.” demiş. Kur’an’da bu senaryoyu destekler söylemler bu kadar da değil üstelik. Peygamber’in ağzından gelecekte Kur’an’ın terk edileceği aktarılmış. Aldırmamışız. Allah’ın ilminin denizlerden daha engin olduğu söylenmiş. Büyüklerimiz o engin denizin sonunu görmüş gibi kulaklarımızı Kur’an’dan onlara çevirmişiz. İman edip bırakılamayacağı ve ataların dini üzerinde olmanın cahillik olduğu vurgulanmış, üstümüze alınmamışız.

Hala senaryoyu başka şekilde yorumlamak isteyenler çıkıp, “Hadis ve sünnet kitapları Kur’an üzerindeki dikkatleri dağıtmaktan ziyade ona şevkle bağlanmayı teşvik edebilir” diyebilir. Onlara ilkin şunu sormak gerekir: O külliyatı okumak için harcadığınız emeği Kur’an için harcadığınızı söyleyebilir misiniz? Bu onlarca kitabı (ve eş değer yazıları) okuduktan sonra Kur’an’daki hangi ayetleri daha iyi yorumladınız? Örnek verebilir misiniz?

Bu sorulara olumlu cevap verilebiliyorsa yukarıdaki itiraz dikkate değer tutulabilir. Ama üçüncü bir yazıda alıntıladığım makalenin benzerlerini biraz kurcalayıp, biraz daha can sıkabilirim. İnşallah daha fazla canımız sıkılmaz..

Not: Burak Özdemir’in Tanrı’nın Doğum Günü adlı eserindeki sünnet ile ilgili birkaç ayrık söylemi bu yazıda eritip, daha geniş bir söylem kurmak için işledim. Zira o söylemlerdeki örnekler benim sünnet hakkındaki düşüncelerimi oldukça iyi yansıtıyorlar ve yazarın bir reklamcı olması sebebiyle de oldukça etkililer.

1 Eylül 2008 Pazartesi

Beyan-Burhan-İrfan üzerine - 1


Muhammed Peygamber’in Kur’an’ı eylemleriyle yorumlayış şekline sünnet, sözleriyle yorumlayış şekline ise hadis denilebilir bence. Bir Müslüman için sünnet ve hadisin kabul edilebilir tek tanımları da bunlar olsa gerek. Hele de Peygamber’in onları özellikle yazdırmadığı düşünülürse..

Sünnet olarak aktarılan bir şeyin öncelikle tanımı gereği Furkan’ın potasından geçirilip, (hangi durumda) neyi amaçladığı anlaşılmalıdır. Bir başka deyişle aktarılan sünnetin kabuğu soyulup, içindeki Kur’anî öz aranmalıdır. Bunun ardından, o sünnetin aynen yerine getirilmesinin hala amacına araçlık edip, etmediğine bakılmalıdır. Artık içinde Kur’anî özü barındıramayan bir kabuğu korumayı denemek, önce Muhammed Peygamber’e, sonra da Kur’an’a haksızlık etmek olur: Sünnetleri farzlaştırmak aslında farzları sünnetleştirmektir. Ve gerçek sünnet kabuğun değil, özün gerçekleştirilmesidir.

Hadis konusu biraz daha karışıktır. Müslümanca yaşayışta yönlendirici bir etkisi olabilmesi için Peygamber’e atfedilen bir hadis (tanımı gereği) Kur’an’dan bir ya da birkaç ayetin Peygamberce yorumlanışı olmak zorundadır. Özellikle de bağımsız birkaç ayetin tek bir yorumda tümlenişi şeklinde.. Yani Kur’an’dan çıkartılamayacak bir fenomen hakkındaki bir hadis (mesela Mehdi konusunda bir hadis) nassa dahil edilmemelidir. Öyle olduğunu iddia etmek Kur’an’ı eksik kabul etmek ve Peygamber üzerinden şirke düşmek demektir.

Sözün özü Kur’anî bir öz içermeyen bir sünnet ya da Kur’an’a dayandırılamayacak bir hadis benim için kabul edilemez. Muhammed Peygamber ilahlaştırılmayacak kadar çok sevilmelidir. Kitab’la da hem müfessir, hem müfesser olduğu hesaba katılarak konuşulmalıdır. Hem kavli, hem de kevni ayetler üzerinde(n)..

Kur’an’da her dinin İslam kabul edilmesi, yüzlerce ayet boyunca Yahudiler’e seslenilmesi ve sonra da bir ayette Müslümanlar’a Yahudiler üzerinden “siz” diye hitap edilmesi de bence düşünülmesi gereken önemli bir konudur. Girişteki tanımlar böyle bir düşünüş sürecinde yapılmış bulunmaktadır..

Aynı süreçte Mezhepler hakkında da bir ipucu elde edilebilir.. Biri eğer bir Müslüman’ın mezhepsiz olduğunu kabul edemiyorsa, o artık mezhepli değil, mezhepçi olmuş demektir.

Ama önce kelimeleri anlayalım..

Meşrep şerbet, şurup ve şarap ile aynı kökten çekimlenir. Mezhep ise hizip ile aynı kökten çekimlenir.

Şarap ne kadar şuruptan elde edilse de aralarında niteliksel bir farklılık vardır. Meşrepler de ne kadar Kesret-i Vahdet (Çokluğun Birliği) içinde niceliksel olarak eş olsalar da, niteliksel farklılıklar gösterirler. Bazı meşrepler bazı mezhepleri hizibe çevirme eğilimindedir. Aynı bazı mezheplerin bazı meşreplerde hizibe dönüşme eğiliminde olduğu gibi..

* * *

Hanefi, Hanbeli, Maliki ve Şafiler arasındaki tek fark ayrı birer ameli mezhep olmaları değildir. (Şia’yı hesaba katmaya bile gerek yok.) Her biri bir(kaç) itikadi mezhebe yakındır. Maturidi, Eşari, Selefi, Mutezile, Cebriyye, Musebbihe, Harici,, gibi birçok itikadi mezhep ise diğer birkaç tanesiyle temel kavramlarda taban tabana zıt şeyler söyler.

İtikadi mezheplerin bu çeşitliliğini ise beyan-burhan-irfan (göz-akıl-gönül, kelam-felsefe-tasavvuf) üçgeni üzerinden çözümleyebiliriz ki bu üçgen bu yüzden bu kadar önemlidir. Mesela Maturidilerde beyan ve burhan dengededir. Eşarilerde biraz, Selefilerde ise oldukça fazla, beyan baskındır. Mutezilede ise burhan öne geçer. Şia mezheplerinde de diğerlerince pek önemli olmayan irfan diğerlerini bastırır.

Özünde yöntemde olan bu farklılıklar, kişileri aslında bambaşka yerlere savurur. Çünkü bu tür yöntem farklılıkları kişileri farklı Allah tasavvurlarına götürür ki birçok sürtünme yaratan ayrıntıda farklılık buradan türevlenir. Baskın beyan teizme, baskın burhan deizme, baskın irfan ise panteizme dönüşür. Teizme göre panteizm küfürdür, panteizme göre ise teizm. İkisini de çocukça bulabilen deizm ise ikisince de edilgen ve pısırık bulunur.

Kur’an’ın yapmayı denediğiyse, Allah tasavvurunu doğrultmaktır! Yoksa Kur’an öncesi Arabistan’da bir Allah inancı zaten mevcuttu. Mekkeliler putlara ibadet ederlerdi zira bunun melek ve cinleri hoş tutacağını, böylece de kendileriyle Allah arasında yakınlık kurulabileceğini düşünürlerdi. Allah inancı o kadar yaygındı ki Muhammed Peygamber’in babasının adı Abdullah (Allah’a ibadet eden) idi. Üstelik bölgede Yahudileşmiş ve Hıristiyanlaşmış Müslümanlar da vardı..

Kur’an’ın doğrultmayı denediği Allah tasavvuru ise şimdi Kur’an üzerinden beyan-burhan-irfan dengesizliğiyle yeniden saptırılmış durumda. Allah tasavvuru bir olduktan sonra varsın meşrep sayısınca mezhep olsun. Buna bir şey denemez. Ama durum maalesef öyle değil..

Bir hoca-efendi bir makalesinde şöyle yazmış: “Bugün düşüncelerin farklı olduğunu büyüten, bunları mevzû edinen ve böylece arayı daha da açan iki tip insan vardır: Biri, haince ve art niyetle bunu yapan insan; diğeri ise, en basit ve hafif ifâdesiyle, bu işi cehaletinden dolayı yapan kimsedir.

Ne hain, ne de cahil olarak adlandıramam kendimi. Ben birleşilecek binlerce mezhep ya da karşı durulacak onlarca düşmanın varlığını sadece sözde kabul ediyorum. Özde Kur’an’a göre iç içe girmiş iki din biliyorum sadece: Tevhid Dini ve Şirk Dini. Gerisi onların çeşitlenmesi.. İkisine de varan milyarlarca yol var nasılsa..

Benim alıntıladığım o makalede benimseyemediğim bir şey var: Haddinden fazla hoşgörü ile maskelenen bir gerçek: Kişi beyan-burhan-irfan dengesini ancak kendi içinde kurabilir. Bu dışarından alınabilecek bir şey değildir. O hoca-efendi kendi içinde belki bu dengeyi kurmuştur, bunu sadece Allah bilir. Ama kişi gözünü beyandan onun yazdıklarına, aklını burhandan onun düşündüklerine, gönlünü irfandan onun hissettiklerine indirgerse asla kendi iç dengesini bulamaz. Zira ithal etmeyi denediği denge içreğine uygun değildir. Kişinin Allah tasavvuru bir başka kişinin Allah tasavvuru ile nasıl sınırlanabilir ki?

Allah tasavvurunun bir olması ile bir kişinin Allah tasavvurunun bir başkasınınkiyle sınırlandırılmaması ilk bakışta çelişkili iki söylem gibi gelebilir. Ama gerçek hiç de öyle değildir. Bir olması gereken Allah tasavvuru şöyle olmalıdır: Benim Allah tasavvurum başka kimseninkiyle sınırlandırılamaz ve başka kimseninkini sınırlandıramaz!

Bir başka deyişle birlik Allah tasavvurunun kurulacağı yöntemden ileri gelir: Allah tasavvuru içrekte beyan-burhan-irfan dengesinin üzerine kişinin kendince kurulmalıdır. Kişiler arası Allah tasavvurundaki farkların türevi olan ayrıntıya dair farklılıklar, topluluklarınkiler gibi sürtünme yaratmazlar! Evet, birlik olmak için olgunlaşmak gerekir: Yani tek tek bireyler olmak.. Bu yüzden olsa gerek mezhepleri mezhep imamları kurmamıştır. Hatta bazısı ardından kendi üzerinden mezhep kurulmamasını özellikle istemiştir.. Aynı Muhammed Peygamber’in sözlerinin yazılmamasını özellikle istemesi gibi..

iZ-LeYiCiLeR