12 Eylül 2014 Cuma

İD (IŞİD) ve İslam 2 - Hak ve hukukla kurulan ilişki



İD/IŞİD (İslam Devleti/Irak Şam İslam Devleti) cihatçıları, 

    1) kimine göre Peygamber ve sahabesinin dönemindeki Kur’an ve sünnet merkezli dini anlayışa dönmeyi savunan, daha sonra ortaya çıkan her şeyi reddeden Selefi mezhebinin aşırı bir ucu;
    2) kimine göre Ali ile Muaviye arasındaki siyasi mücadelede her ikisini de küfürde sayıp, tüm küfredenlere aynı anda savaş açan Harici mezhebinin modern bir sürümü;
     3) kimine göreyse bilerek ya da bilmeyerek Batı’nın ürettiği ve İslam ile gerçekte organik bir bağı olmayan terörist bir oluşum.

Önemli olan, bu insanları nasıl tanımlayıp, tanımlayamayacağımız değil; onların kendilerini nasıl tanımlayıp, tanımlamadıkları. Onlara göre, İslam’ın tek doğru yorumu, kendilerininki ve diğer tüm yorumlar, cezalandırılması gereken sapmalar. Üstelik yaptıkları vahşet ve zulmü onlarca ayet ve hadisle destekliyorlar.

Şüphesiz, İD’yi Ortadoğu’nun göbeğinde, hemen dibimizde doğuran ve dünyanın dört bir tarafından besleyen onlarca sebep var. İD ile mücadele etmek için cihatçılarını gerçekten anlamak, bunun için de onların çok boyutlu sebepler uzayını olabildiğince kavramak gerekiyor. Ben bu yazıda boyutlardan sadece birisine, Hak ve hukuk ile kurulan ilişkiye odaklanmayı ele almayı deneyeceğim. Hedeflediğim yazı dizisinin seslendiği kitle ise İD cihatçıları değil, içinden onun türevlerini çıkarma potansiyeli olan tüm Müslüman gruplardır.

Aslında İD cihatçılarının hukuka yaklaşımının bir benzerini birçok Müslüman grupta – mezhepte, ekolde, cemaatte, toplulukta, vs. – yoğun ya da seyrek olarak görmek mümkün. Herkes onlar gibi çoluk çocuk demeden katletmiyor tabi öteki olarak tanımladıklarını. Kimi ifade özgürlüklerine ve yaşam alanlarına müdahale ediyor sadece; kimi bazılarını susturup görünmez kılarken, bazılarının da susturulup görünmez kılınmasına kayıtsız kalıyor. Fakat birçoğu, sadece kendilerine yapılan haksızlıklardan rahatsız oluyor.

Bu “kendine Müslüman”lık neden bu kadar yaygın Müslümanlar arasında?

Benim cevabım, bunun Kur’an ile ilişkileriyle ilgili olduğu olacak. Çoğu Müslüman bazı ayetler için sadece kendilerini muhatap görürken, bazı ayetler için de sadece başkalarını muhatap görüyor. Kur’an’ın bazı kısımlarını benimserken, bazı kısımlarını ya görmezden geliyor ya da görüyor ama inkâr ediyor.

Peki, İslam dairesinde böyle bir yaklaşım ilk olarak nasıl ortaya çıktı? Bazı Müslümanlar neden hukuku bu kadar göreli bir şekilde öznelleştirebildi?

İkinci soruyu cevaplamak daha zor. Üstelik bu soru, bizim için doğru bir soru da olmayabilir. Gelin onun yerine sadece ilk soruya bakalım. Göreli hukukta ısrarı, Osman bin Affan’ın halifelik dönemine (belki daha da ötesine) götürmek mümkün.

Rivayete göre, erken Müslümanlardan Ebu Zer el-Gifari, siyasi erkin (valiliklerin) ve kamusal zenginliklerin (Hums vergisinin ve beytülmâl paralarının) biat ettiği halifenin yakınları arasında paylaştırılmasına itiraz etmiş; zenginlikleri biriktirenlere cehennem ateşi vaat eden ayetleri kendilerine okumuştur.

Bu muhalefeti yüzünden Şam’a sürülmüş, fakat orada da halifenin yeğeni olan vali Muaviye bin Ebu Sufyan’a karşı aynı muhalefetini sürdürmüş. Muaviye’ye de Tevbe sûresinin 34. Ayetini okuyunca, kendisine bu ayetin Müslümanlar için değil, Ehli Kitap için olduğu cevabı verilmiş. Bir Müslümanın tüm ayetleri üstüne alınması gerektiği iddiasında ısrarcı olunca da Rebeze çölüne ölümüne bir sürgüne gönderilmiş.

O günden bugüne, ayetlerin göreli birlikteliklerine göre birçok haksızlık yapılmış, yapılan birçok haksızlığa da göz yumulmuş Müslümanlarca. Bu haksızların vahşet ve katliam boyutuna gelmesi de yeni değil, neredeyse yukarıdaki rivayet ile üç aşağı, beş yukarı aynı dönemlere karşılık geliyor ilk örnekleri. Peki, İD cihatçıları hangi ayetleri bir araya getirerek ve bunlara kimleri muhatap alarak kendi zulümlerini meşrulaştırmaya çalışıyor?

Mesela Bakara 2/191’den yola çıkarak kâfirleri nerede bulurlarsa öldürmeleri gerektiğine inanıyorlar. Tabi ilk yazıda değindiğim gibi onlar için “kâfir” demek onlardan olmayan demek. Fakat hemen bir önceki ve bir sonraki ayetlerde böyle bir savaşı karşı tarafın başlatması ve bitirmek istememesi gerektiğini söyleyen şartı ve “haddi aşıp, zulmetmeyin” ikazını görmezden geliyorlar.

Benzer şekilde, Mâide 5/33’ten yola çıkarak ve kendilerinden olmayan herkesi “Allah ve peygamberine savaş açanlar” ya da “yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar” olarak tanımlayarak, yaptıkları katliamları haklı görüyorlar. Yine görmek istemedikleri ise bu ayetten öncesi ve sonrası. Habil-Kabil kıssasının hemen ardından gelen 32. ayette “bir insanı öldüren, tüm insanlığı öldürmüş olur; bir insanı kurtaran, tüm insanlığı kurtarmış olur” diye yazıyor. Ve hemen 34. ayette tövbe edenlerin affedilmesi gerektiği şartı koyuluyor.

Örnekler çoğaltılabilir, gerek yok. İD cihatçıları, savunma savaşında karşı taraf savaşı sürdürdükçe yapılması meşru görünen ayetleri bağlamından kopartıp yeni bir anlam devşiriyor, Muhammed 47/8 ve Enfâl 8/15-16 gibi benzerleri ile bir araya getirerek de bu anlamı pekiştiriyor. Oysa yapılması gereken, bu konudaki tüm ayetleri birleştirmek: misal, Mâide 5/32 ile Enfâl 8/17’yi de onlarla beraber okumak. Nasıl mı? Bu iki ayeti diğerleriyle iliştirerek, anlayışımızı biraz derinleştirmeye çalışalım.

Benim çıkarımım şöyle: bir insanın canını alabilmek için bunu Allah'ın istediğinden emin olmak gerekiyor, yani Allah'lık taslama cesareti. Ve bunu bir Müslümanın kolay kolay alabileceği bir risk olarak görmüyorum. Zira ucunda haksız yere kendini Allah ile bir tutma olasılığı, yani şirke düşme tehlikesi var. Kendinin ya da başkalarının can güvenliği savunmak bile bazen insanı bu tehlikeden kurtar(a)mayabilir. Bunu da son bir rivayet ile açıklamaya çalışayım.

Hendek Savaşında Ebu Sufyan önderliğindeki Küffar ordusu Medine’ye saldırmış. Şehrin içine sızan savaşçı Abdü Veddoğlu Amr, Ali bin Ebu Talib ile vuruşurken yere düşmüş. Ali tam kılıcını Amr’ın üzerine indirecekken, Amr onun yüzüne tükürmüş. Bunun üzerine, Ali kılıcını onun göğsünden geri çevirmiş ve ona “vallahi seni Allah için öldürecektim ama yüzüme tükürdün, artık sana öfkelendim, işin içine nefsim girdi: seni böyle öldüremem.” demiş.

Nefisini bilen Rabbini bilirmiş. Ey iman edenler, gelin iman edelim [Nisâ 136] ki imanımız bize kötü şeyler emretmesin [Bakara 93]. Bırakalım bizim gibi olmayanları şeytanlaştırmayı. İnsanın şeytanı yenebileceği tek yer kendi benliğidir. Ne zaman kendisi dışında bir başkasında şeytanı görürse insan, benliğindeki şeytana yenilmiş demektir.  Gelin şeytanımızı İslam'a davet edelim.

Notlar:

1) Bu yazıya bir resim ya da video gömmeyeceğim. Irak ve Suriye'de sürdürülen vahşet ve zulüm, kaldıramayacağım kadar fazla. Kaldırabilecek olanlar şu bağlantıyı açabilir: İD.
2) Bu yazı dizisinin hedef kitlesi İD cihatçıları değil, içinden onun türevlerini çıkarma potansiyeli olan tüm Müslüman gruplardır.

Hiç yorum yok:

iZ-LeYiCiLeR