3 Eylül 2008 Çarşamba

Beyan-Burhan-İrfan üzerine - 2


Muhammed Peygamber’in tek bir temel sünneti vardır: Bildiği, inandığı her şeyden O’nun için vazgeçebilecek kadar O’na inanma ve Kur’an’ın ışığı altında sürekli değişip gelişme! Diğer tüm sünnetler bunun birer türevi gibidir.. Ve sünneti en iyi anlatan kitap da tabii ki Kur’an’dır!!! Kur’an’da Peygamber’e “De ki..” diye seslenen, “şöyle ol, bunu yap” diyen onlarca ayet vardır. O Allah’ın Sevgilisi’ni Allah’tan daha iyi kim anlatabilir ki? Allah’ın “De ki..”leri ile başkalarının “Dedi ki..”leri bir olur mu hiç?

Oysa 2 milyonun üzerinde hadis ve onları aktaran binlerce sünnet kitabı var ortada. Bu hadislerin hepsinin doğru olduğunu kabul etmeye kalksak, Muhammed Peygamber’in hadis üretmekten vahiy almaya zamanı kalmamalı. Peki neden bu kadar çok hadis var?

O hadislerin şu kadarı sahih, bu kadarı değil denilebilir. Ama hadisleri Kur’an’a göre sahihleştirenlerin Kur’an’ı mutlak doğru anlayabildiğini söyleyemeyiz. Bu durumda önemli olan hadislerin sahih olup, olmaması olmuyor. Önemli olan Allah’ın katında hadisin sahih bir iletişim yöntemi olmaması oluyor ki Peygamber’in kendi sözlerini özellikle yazdırmaması başka nasıl açıklanabilir? Peygamber’in söylemesi gerekenler bile zaten Kur’an’da yazıyor. Hatta ondan önceki Peygamber’lerin bile sünnetleri var Kitab’da. Bu durumda ilk yazıda verilen hadis tanımından başka bir tanımın kabul edilmesi sakıncalı gözüküyor:

Müslümanca yaşayışta yönlendirici bir etkisi olabilmesi için Peygamber’e atfedilen bir hadis (tanımı gereği) Kur’an’dan bir ya da birkaç ayetin Peygamberce yorumlanışı olmak zorundadır. Özellikle de bağımsız birkaç ayetin tek bir yorumda tümlenişi şeklinde.. Yani Kur’an’dan çıkartılamayacak bir fenomen hakkındaki bir hadis (mesela Mehdi konusunda bir hadis) nassa dahil edilmemelidir.

* * *

Aksi tanımların kabul edilmesi durumunda ortaya çıkabilecek sakıncalara birkaç örnek üzerinden kabaca bir göz atalım:

1) Peygamber’in saç, sakal, giyim ve kuşam konusundaki sünnetinin özünün “Yahudiler o an hangi şekilde görünüyorlarsa o şekilde görünmemek” olduğu bilinir. Lakin Müslümanlar bu sünnetlerin özüne değil de kabuğuna sarıldıkları için günümüzde Müslüman coğrafyasında hakim olan görünüş şekli İsrail’in caddelerinde yaygın olan görünüş şekliyle neredeyse birebirdir. Yani öz kabuktan çıkarılınca, kabuğun içine özün tam tersi girmiş, yerleşmiş sanki.

Bu basit gibi gözüken kaymanın Müslümanlara ne kadar zararlı olduğuna biraz daha derinlemesine bakalım.

Müslümanlar kimlik tariflerini durağan ve değiştirilemez bir şekle indirgedikleri için, bugün aynı şekilde görünen teröristler de Batı tarafından Müslüman olarak tarif ediliyor. Daha doğrusu Müslümanlık teröristlik olarak tarif edilebilir hale geliyor. Acaba bugün yaşasaydı Peygamber buna karşılık sünnetinin özü gereği nasıl görünürdü?

2) Yakub Peygamber kendisine dokunduğu için kendisine deve eti yemeyi yasaklamış. Onu yaşarken tanımış olan bazı sofular, Peygamber öldükten sonra bunu takva kabul edip, deve eti yemekten uzak durmuşlar. Onu yaşarken tanımamış olan sofuların nesline gelindiğinde bu yasak sünnetleştirilmiş. Ama sünnetleştirme sırasında bir gerekçe aranmış, bulunamamış ve sonunda “herhalde tırnaklı hayvan olduğu için” denilerek sünnet genişletilmiş. Daha sonra bu sünnet sofulardan tüm halk arasına yayılmaya başlamış. Birkaç nesil daha geçmiş. Sonunda deve eti yemeyen, nedenini de bilmediği için deveye kutsallık atfeden bir toplum ortaya çıkmış. (Al-i İmran, Ayet 93’ün tefsiri, Mustafa İslamoğlu)

3) Peygamberliğin 9. yılında Muhammed Peygamber İslam’a giren bir Afrika kabilesine “Vallahi yürek yemezseniz Müslüman olamazsınız!” demiş. Bunu duyan bir sahabe o kabilenin evvel inancına göre ruhların hayvanların kalbinde toplandığını öğrenmeseydi acaba ne olurdu?

4) Kur’an’ı Kerim’in evlerin en yüksek köşelerinde saklanmasının ona saygı göstermenin en önemli yolu olduğu düşünülür ve bu bile sünnete katılır.. Bunun ne kadar vahim sonuçlar doğurmuş olması bir kenara, bunu sünnet olarak kabul edenlerin Peygamber döneminde Kitab’ın bütünleştirilmiş bir kitap olmadığını düşünmemesi daha da vahim.

* * *

Örnekler böylece çoğaltılıp, çeşitlenebilir. Ama bunun bize bir faydası olmaz. Onun yerine “Peki neden bu kadar çok hadis var?” sorusuna bir diğerini ekleyelim: Müslümanlar 14 yüzyıldır hadis ve sünnete harcadıkları enerjiyi Kur’an için harcamış olsalardı bugün Müslümanlık nasıl olurdu?

Bir benzetim yöntemi kullanalım her iki soruya birden cevap aramak için. Önce Kur’an’dan veriler:

- İblis Allah’tan kullarını yoldan/dinden saptırmak için izin almış.
- Kur’an’dan önceki iki kitap Tevrat ve İncil değiştirilmiş. Kur’an’ın ise korunacağı Allah tarafından belirtilmiş.
- Kur’an’ın girişi ve özeti niteliğindeki Fatiha Suresi’nin sonunda Müslümanlar’dan şunu istemesi istenmiş:

6. Bizi dosdoğru yola ilet,
7. nimet bahşettiklerinin yoluna; gazab[ın]a uğrayanların ve sapkınlarınkine değil!


- Allah tüm dinleri özünde İslam kabul etmiş.
- Allah “bir toplum kendini düzeltmezse, Allah o toplumu düzeltmez” demiş.

Gazaba uğrayanları Yahudi zihniyetinde olanlar, sapkınları ise Hıristiyan zihniyetinde olanlar olarak tefsir edebiliriz. Mevcut Tevrat Musa Peygamber’den yüzlerce yıl sonra yazılmış. Zira Yahudi Soykırımları sırasında gerçeği kaybolmuş. Gerçek İncil ise yine Yahudilerce kaybedilmiş.

Yahudi zihniyeti bir kavmin Tanrı tarafında seçilebileceği üzerine kurulmuş. Tabii bir kavim Tanrı tarafından seçilebilirse, bir başka kavim de Tanrı tarafından lanetlenebilir. Hıristiyan zihniyeti ise sünnetin dinleştirilmesi üzerine kurulmuş. Nasıl mı?

Onlarca İncil var ortada. Ve varolan İncil’ler Allah’ın sözlerinden ziyade İsa Peygamber’in sözlerini içeriyor. Üstelik bu sözde İnciller’in çoğunu İsa’nın havarileri ve onların öğrencileri kaleme almış. Daha sonra birileri toplanıp, sahih İncil’leri ayıklamayı denemiş. Sonucunda İsa Peygamber’in sünnet külliyatı gibi bir İncil külliyatı oluşmuş. Bu arada da Vatikan bir azizleri araştırma vakfı kurmuş. Ve Kutsal Kilise İsa’yı çoban olarak tanımlayarak, Hıristiyanları koyun haline getirmiş.

Şimdi Müslümanlar Allah kitaplarını koruduğu halde dinlerini korumazsa nasıl yoldan sapabilir diye benzetime başlayalım. Bu benzetimde arada fark yaratacak olan en önemli şey Kur’an’ın korunmuş olması olmalı şüphesiz.

Hıristiyan zihnini Müslümanlar arasında yeniden kurmak için onlarca hadis ve sünnet kitabı yazılabilir, böylece de değiştirilemeyecek olan Kur’an onların arasında boğulup susturulabilir, din de hadisler üzerinden değiştirilebilir. Bu hadis ve sünnet aktarımı sahabeler ve onların öğrencilerine kadar uzatılabilir. Sonra birileri çıkıp sahih olanları ayıklayabilir. Sonunda da Muhammed Peygamber’in sünnet külliyatı haline getirilmiş olur neredeyse mevcut Müslüman külliyatı. Bu arada hadis ve sünnetleri sahihleştirenler büyükleri araştırmayı da farz kılabilir..

Yahudi zihnini Müslümanlar arasında yeniden kurmak için de Yahudiler’in lanetlenmiş kavim olduğu düşüncesi işlenebilir. Ve bu süreçte birileri Muhammed’i efendi olarak tanımlayarak, Müslümanları köle haline getirmeyi deneyebilir.

Ulaştığım senaryo can sıkıcı olabilir. Ama İblis’in Allah’tan aldığı izni var. Ve Allah Müslümanlar’a “Ben kitabınızı korurum ama dininizi siz korumalısınız. Sakın Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi olmayın.” demiş. Kur’an’da bu senaryoyu destekler söylemler bu kadar da değil üstelik. Peygamber’in ağzından gelecekte Kur’an’ın terk edileceği aktarılmış. Aldırmamışız. Allah’ın ilminin denizlerden daha engin olduğu söylenmiş. Büyüklerimiz o engin denizin sonunu görmüş gibi kulaklarımızı Kur’an’dan onlara çevirmişiz. İman edip bırakılamayacağı ve ataların dini üzerinde olmanın cahillik olduğu vurgulanmış, üstümüze alınmamışız.

Hala senaryoyu başka şekilde yorumlamak isteyenler çıkıp, “Hadis ve sünnet kitapları Kur’an üzerindeki dikkatleri dağıtmaktan ziyade ona şevkle bağlanmayı teşvik edebilir” diyebilir. Onlara ilkin şunu sormak gerekir: O külliyatı okumak için harcadığınız emeği Kur’an için harcadığınızı söyleyebilir misiniz? Bu onlarca kitabı (ve eş değer yazıları) okuduktan sonra Kur’an’daki hangi ayetleri daha iyi yorumladınız? Örnek verebilir misiniz?

Bu sorulara olumlu cevap verilebiliyorsa yukarıdaki itiraz dikkate değer tutulabilir. Ama üçüncü bir yazıda alıntıladığım makalenin benzerlerini biraz kurcalayıp, biraz daha can sıkabilirim. İnşallah daha fazla canımız sıkılmaz..

Not: Burak Özdemir’in Tanrı’nın Doğum Günü adlı eserindeki sünnet ile ilgili birkaç ayrık söylemi bu yazıda eritip, daha geniş bir söylem kurmak için işledim. Zira o söylemlerdeki örnekler benim sünnet hakkındaki düşüncelerimi oldukça iyi yansıtıyorlar ve yazarın bir reklamcı olması sebebiyle de oldukça etkililer.

Hiç yorum yok:

iZ-LeYiCiLeR