Giriş
Bir önceki yazıda olduğu gibi, bu yazıda da 70’li yıllardan bugüne kadar
olan dönemde Türkiye İslamcılığını belli bir çerçevede betimlemeyi deneyeceğim.
Bu sefer {muhafazakâr, devrimci} kategorisi yerine {şeriat, tarikat, marifet,
hakikat} kategorilerini çerçeve olarak alacağım. Bu çerçeve, Nurettin Topçu’nun
İslamcılığına dair Fırat Mollaer’in yaptığı çözümlemede kullanılan {şeriat, hakikat} kategorisinin
doğal bir açılımı sadece. Tabii yanlış anlamadıysam…
Bu sefer kendi eksikliklerim üzerinden değil de, 70’li yıllar öncesine dair
birkaç yorum üzerinden gerekçelendirmek istiyorum neden bu kadar kısa bir tarihsel
dönemi ele aldığımı.
Türkiye’de İslamcılığın, (1856 yılında Islâhat Fermanında) Müslüman olan ve
olmayan halklar arasındaki eşitsizliklerin kaldırılmaya çalışılmasına bir tepki
olarak başladığı söylenebilir. Fakat Tanzimât İslamcıları gibi bir şemsiye tanım
altında toplayabileceğimiz ilk ideologların, 70’ler sonrasının İslamcılarının
temel kaynakları arasında olduğuna dair çok fazla delil bulunmuyor.
Cumhuriyetin ilanından tek partili dönemin sonuna kadar devam eden
sekülerleşme sürecinde, batılılaşma ya da modernleşme karşısında öncekinden çok
daha yoğun bir aşağılık kompleksinin geliştiğini ve bu yüzden İslamcılığın yeni
bir faza girdiğini kabul edebiliriz. Fakat bu kritik dönemin de takipçisi ile
arasında sürekli bir bağlılığı olduğunu düşünmüyorum. Bunu kısaca açıklamayı deneyebilirim.
1946’da çok partili sisteme geçişten 70’lere kadar olan dönem, Kemalist
ideolojinin baskı araçlarından kısmen kurtulmuş bir şekilde ve dindar görünümlü
liberal muhafazakâr bir iktidar altında yaşanmıştır. Bu rahatlama, İslamcılığın
tüm hallerinin seyrinde bir kırılma yaratmıştır. İslamcılar arasında bir taraftan
kendine güven artarken, diğer taraftan da eleştirel düşünce ve entelektüel birikim
azalmıştır.
Ayrıca bu ara dönem, devletin kapitalist ABD ile yakınlaştığı ve kendisini
komünist SSCB karşısında konumlandırdığı bir dönemdir. 60’ların sonuna gelirken
gençler arasında sosyalizmin hızla yayılması devlet için çözülmesi gereken büyük
bir probleme dönüşmüştür. Bu yüzden de İslamcılık devlet tarafından manipüle edilmeye
başlanmıştır.
Öncelikle, sosyalizme alternatif olacağı inancıyla Seyyid Kutub ve Mevdudî gibi
yabancı İslamcıların eserleri bizzat devlet desteğiyle Türkçeye çevrilip,
pazarlanmıştır. Bu bölgesel “kaynaklara dönüş” eserleri hedeflendiği gibi
gençler arasında etkili olmuşsa da öngörülmeyen bir şekilde radikal İslamcılık
gibi sisteme muhalif bir devrimci İslamcılık halleri tetiklemiştir.
Bunun ardından devlet bu konudaki politikasını değiştirip, daha önce
desteklediği eserlere karşı karalama kampanyası başlatmıştır. Eserlerin dış
kaynaklı oluşuna vurgu yapılmış ve yazarları din düşmanlığıyla suçlanmıştır. Necip
Fazıl gibi bazı yerli İslamcıların tutumları üzerinden bile izlemenin oldukça
kolay olduğu bu dönüşümle milli, sistemle uyumlu ve görece daha ılımlı olan
muhafazakâr İslamcılık hallerinin tohumları atılmış olmuştur.
Böylece, İslamcılığın seyrindeki mevcut kırılma daha da pekişmiştir. Ne
yerel, ne de bölgesel öncülleri ile kuvvetli bir bağı kalmayan yeni bir İslamcılık
dönemi başlamıştır Türkiye’de.
Şeriat İslamcılığı
Devrimci İslamcılığın hallerinden biri olan radikal İslamcılığı bu
kategoride değerlendirebiliriz. Modern batıya kategorik olarak karşı olan bu
İslamcılık hali, toplumsal hayatta onun kavram ve kurumlarından, bireysel
yaşamda ise onun tutum ve alışkanlıklarından arınıp, uzak durmaya çağırır Müslümanları.
Peygamberden başka bir otoriteye itaati kabul etmez. Kur’an’a dönüp, dini
anlayışın aklın ışığında yenilenmesini savunur. Anlamı açık olmayan müteşâbih
ayetleri anlamlandırma çabasına girmez. Tasavvuf gibi her türlü mistik öğretiyi
şiddetle eleştirir. Arı duru bir din anlayışı hedefler.
Müslümanların modern batı karşısındaki zayıflığını birlik ve bütünlüğün
yitirilmesine bağlamaz. Mehdi ve Mesih gibi figürlerin İslam dünyasını kurtaracağına
da inanmaz. Kendini düzeltmeyen toplumların Allah tarafından
düzeltilmeyeceğinde ısrar eder.
Demokrasi de dâhil, doğrudan kavlî ayetlerden türetilmemiş bütün hukuksal
düzenlemeleri tevhide aykırı bulur. Ne çoğunluğun uzlaşmasını hakikatin bir delili
olarak görür, ne de yönetenlerin Müslüman olmasını yeterli sayar.
Tarikat İslamcılığı
Muhafazakâr İslamcılığın özellikle 28 Şubat öncesindeki bütün hallerini bu
kategori altında toplayabiliriz. Bu İslamcılık hali, modern batıya olan
karşıtlığı reel politiğin dayatmasıyla duygusal sınırların arkasına hapsetmiştir.
Hukuk ile ahlak arasında birincisini önceleyen asimetrik bir ilişki
betimler. Dini anlayışta yenilenme gerekmediğini savunur. Kur’an’dan daha çok din
âlimlerinin kitaplarını okur. Çoğunluğun Müslüman olmasını önemser ve
genişlemenin yollarını arar. İyilik yolunda savaştığını ve hizmet ettiğini
düşünür.
Karizmatik bir liderin öğretilerine uymayı kabul eder. Lider etrafında
mistik öğelerin katalizörlüğünde bir birlik hedefler. Yönetenlerin Müslüman
olması yeterli olmasa da, gereklidir. Bu bağlamda demokrasiyi içine sindiremese
de yararlı bir araç olarak görür.
Mehdi ve Mesih gibi figürlerin sayesinde İttihad-ı İslam’ın sağlanacağına
ve böylece İslam dünyasının kurtulacağına inanır.
Çoğunlukçuluğu yüzünden milliyetçilik ya da ulusalcılık gibi ideolojilerle
eklemlenebilir. Reel politiğin dayatmasına karşı sürtünme göstermediği için de
kapitalizm, emperyalizm, neo-liberalizm gibi devrin kuşatıcı yabancı
ideolojilerine uyum sağlayabilir.
Marifet İslamcılığı
28 Şubat sonrasının bazı muhafazakâr/devrimci İslamcılarını bu kategoriye
sokabiliriz. Bu İslamcılık hali, modern batıya karşı kategorik bir karşıtlık
göstermez. Toplumsal hayattaki kavram ve kurumları ya da bireysel yaşamdaki
tutum ve alışkanlıkları kökenlerine göre değerlendirmez. Fakat zihninde
Müslüman olan ve olmayan ayrımı bulunur hâlâ.
Hoş görü, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi modern değerlere samimi bir
şekilde önem verir. Dinin kaynaklarını bu bağlamda yeniden yorumlamaya çalışır:
anlamı açık olmayan müteşâbih ayetleri kendisini haklı çıkartacak şekilde sembolik
olarak okur; muhkem ayetlerden savunduğu değerlere uygun görmediklerini ise Kur’an’ın
indiği zaman-mekândaki amaçlarıyla sınırlayıp, zamanın ruhuna göre bu
amaçlardan yeni hükümler çıkartır.
Kaynakların yeniden yorumlanması yerine bazı kısıtlı şartlar altında doğrudan
tasavvufi bir dini anlayışa yöneldiği de olabilir.
Demokrasiyi sorgulamadan doğru bir yönetim biçimi olarak görür. Dört halife
dönemini onun arkaik bir pratiği olarak değerlendirir. Medine sözleşmesini de
Müslüman olmayanlarla ortak yaşamı sağlayacak örnek bir hukuksal düzenleme
şeklinde ele alır.
İttihat-ı İslam olgusu üzerine düşünmez. Milliyetçilik ya da ulusalcılık
gibi ideolojilerle eklemlenme olasılığı da düşüktür. Fakat kapitalizmin ya da
sosyalizmin çeşitli şekilleriyle uyum gösterebilir.
Hakikat İslamcılığı
Bu kategoriye dâhil edebileceğimiz kişi sayısı oldukça azdır. Hatta var
mıdır, Allah bilir. Bu İslamcılık halindeki kişi, Müslüman olan ve olmayan ayrımına
sahip değildir. Tüm dinleri özünde İslam kabul eder ve bu özle ilgilenir sadece.
Kavlî ayetleri teker teker değil, bir bütün olarak ele alır. Müteşâbih –
muhkem ayrımı da gözetmez. Ayetlerin hepsini aynı anda teker teker geçerli olacak
ve birlikte uyumlu bir bütün oluşturacak şekilde anlamlandırır. Belli bir
değerler kümesini bu anlamlandırmada yol gösterici olarak kabul etmez. Sadece
tevhid ilkesinin gözetiminde anlamlandırmasını yapar ve bu anlamlandırmanın
ardından bir değerler kümesi elde etmeye çalışır.
Kevnî ayetleri de kavlî ayetler kadar önemser. Doğa ve toplum kanunlarını
tüm çıplağıyla anlamak için uğraşır. Bu kanunlarla kavlî ayetlerin uyumlu
gözükmediği yerde her ikisini de tekrar gözden geçirir.
Hakikatin ulaşılacak bir ideoloji değil, gidilecek bir yol olduğuna inanır.
Gerek İslami geleneği, gerek modern dünyayı, gerekse kendi kendini bu yolda sorgulamaktan
çekinmez. Ortaya koymayı denediği şey, İslamcılığın bir başka ideolojiye
eklemlenmesi olarak basitleştirilemez. İslam’la ilişkilendirdiği her şey de başkalaşım
geçirir, yepyeni bir şeye dönüşür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder