30 Temmuz 2008 Çarşamba

Anarşik İslam - 2


sU LeKeSi :: İSLAM’IN ANARŞİK BİR YORUMU
(güncelleme, 30/07/2008)

ÖN-SÖZ

Vira bismillah,

Sadece kendimce anla(şıl)mak için başlıyorum bu yazıya. O’nun selamı benden okuyana olsun..

İslam su gibidir: İçine girdiğini temizlerken, onun şeklini ve rengini alır. İçine girip temizleyemeyeceği hiçbir ruh yoktur! Zira ruhun kiri gidene dek yokluğuna göçer varlığında(n) konuk olan; ruh hicretinde donar kalır. Ruhun hicretinin tamamlanması ise Hak’tır.

Tabii su sevmez(1) bazı kirler vardır ve onları çözmek için başka şeyler gerekir. Ama onlar da önce suda çözülmelidir. Yoksa ruh yıpranır, yıpratır..

Bir içrekle şekillenmiş ve renklenmiş olan bir başkası için İslam’ın ancak bir yorumu olur ve o bir başkasında su lekesi bırakır! Su lekesini temizlemek içinse, daha fazla su gerekir.

Durgun suya girmek de günahtır, yağmur suyundan kaçmak da.. Temizlenirken kirletmek de olmaz, temizlenmekten kaçmak da..

Bu yazı şimdiki benle şekillenmiş ve renklenmiş olan sudur: Sizler ve gelecekteki benler için durgundur. İmanla akletmenin sonucudur, akla imana sebep olabilir.

Akla iman et(tir)mekten, Allah’a sığınırım.

Burhan(2) da irfan(3) ve beyan(4) gibi sadece birer araçtır. Birinde diretmek, aracı amaçlaştırır, putlaştırır. Ve doğru olan yollar, ancak üçünün de beraber gidebildiği yollardır..

Yolcu yolunda gerek!

SÖZ




I KELİME-İ TEVHİD:


La ilahe illallah!

Yoktur ilah, Allah’tan başka!

İslam’ın kapısında Kelime-i Şahadet, onun kapısındaysa Kelime-i Tevhid vardır. Tüm cümlelerin fitnesidir(5) bu cümle. Öyle ki, bir cümle anlamca ona ne kadar yakınsa, hakka da o kadar yakındır.

Hiçbir noktalı harf içermeyişi(6) yanlış okuma-yazmalara, kuruluş şekli ise yanlış anlamalara izin vermez. Amacına bu kadar benzeyen bir araç daha olamaz: Yüzde yüz şirkten uzaktır!

Allah’ın varlığının tek teorik ispatıdır: İkinci la’nın değillemesi, ilk la’nın varlığıyla nötrlenir. Üzerine dinin kurulacağı aşkın Allah tasavvuru onsuz oluşturulamaz. Çünkü bu tasavvur için zihinlerdeki tüm put-üretici duvarlar yıkılmalı, insanlar arasındaki tüm tahakküm ilişkileri kırılmalı ve mevcudat tek bir düzleme çıkartılmalıdır.

O’na göre sadece iki din vardır: Tevhid Dini İslam ve Şirk Dini Putperestlik. Ve Kelime-i Tevhid iç içe geç(iril)miş bu iki dini birbirinden ayırır. Herhangi bir zaman-mekanda, herhangi bir kişinin bu iki dinden hangisine daha yakın olduğunu belirleyen şey, Kelime-i Tevhid’in o zaman-mekanda o kişice ne kadar içselleştirilip etkinleştirildiğidir.

Kur'an'a göre İslam Muhammed Peygamber’den önce başlamıştır ve tüm dinler özünde o vardır: Musevi İslam, İsevi İslam, Muhammedi İslam,, gibi.. Bu yüzden tüm peygamberler İslam Peygamberi olarak adlandırılır ve Kur’an kendisini hem müfessir, hem de müfesser olarak tanıtır. Ve yine bu yüzden peygamberlerin tarih boyunca karşılıklı mücadele içinde oldukları asla inanmayan kişiler (ateistler) olmamıştır:

O peygamberlerin görevi hatırlatmaktır! İnandırmak değil!! Müşrikler, kafirler ve tağutlar (aralarında sadece şirkte şiddet farkı var diyebiliriz) olmuştur hep karşı(sın)da dur(ul)anlar! Nemrut’lar, Firavun’lar, Bel'am’lar(7), Karun’lar,, gibi.. Bunlar hep inanan insanlardır. Ama İslam'a değil de tarih boyunca onunla iç içe olan, karşısında duramadığı zamanlarda onun içine saklanan Şirk Dini’ne..

Şirk Dini’nin bilinen ilk üyesi cinlerden İblis’tir: Yani bir zamanlar cennette secde etmedik bir tek nokta bile bırakmayan melekler öğretmeni Azazil; “Ben Sen’den başkasına secde etmem! Sana kendi içimde bu kadar yakınım, Adem ki Sana kendi içinde o kadar uzak, ben ona secde etmem.” diyen Şeytan; Adem’i ilahlaştırmaktan çekinirken, nefsini ilahlaştıran Bekçi Köpeği. Onun ilk cümlesindeki Kelime-i Tevhid etkinliği, ne yazık ki ikinci cümlesinde yitmiştir.

Kelime-i Tevhid’in toplumların bilinçaltında yeterince etkin işlemediği zaman-mekanlarda yeryüzünde hep Şirk Dini hakim olmuştur. Onun hükmünün geçerli olduğu zamanların toplamı Tevhid Dini’ninkinden çok daha uzundur. Çünkü o sadece şirk açıkken (Muhammed Peygamber dönemi gibi) zayıftır. Şirk kapandıkça (Ali dönemi gibi) onunla mücadele de zorlaşır.

Her peygamber kendi zaman-mekanının şirk unsurlarına (statükolarına) karşı bir devrim yapmış ve Tevhid Dini’nin evrimini bir adım daha öteye götürmüştür. Fakat her defasında aradan kısa bir süre geçer geçmez devrimleri koruma niyetinde olan muhafazakarların iyiliklerinden maraz doğmuş ve Şirk Dini Tevhid Dini’nin perdesi arkasına saklanmıştır. Musa Peygamber “Ben halkına kendimden başka ilah layık görmüyorum” diyen Firavun’a ve onun ilahlarına karşı devrimini daha bitirmemişken, Kenanlı Bel’am devrimi Musevi İslam taraftarları arasında yozlaştırmaya başlamıştır bile. İsa Peygamber yahudileşen Musevi İslam’ı evrilttikten sonra, yozlaşmış Mithra Dini(8) bayraklarını indirip, saklanmıştır devrimin arkasına ve Kilise Hıristiyanlığına gebe kalmıştır İsevi İslam. Yoksulların devrimi, soylularca törpülenmiştir ve Yahya’nın vaftizinin içini boşaltmıştır Kilise. Muhammed Peygamber’in devrimi vaftizi Kur’an’la abdeste dönüştürdükten sonra, Muaviye’nin askerleri devrimin takipçilerine karşı o Kur’an yapraklarını mızraklarının ucuna kalkan yapmıştır bu sefer. 8 ve 9. yüzyıllarda 5 büyük imamın(9) ve sonrasında tasavvuf ehlinin yozlaşmayı gidermek için yaptıklarıysa, daha sonra başkalarınca yozlaştırmak için kullanılır olmuştur. Henefi yaptıklarının taklit edilmemesini istese de, Hanbeli söylediklerinin yazılmasını yasaklasa da, onlar adına mezhepler kurulmuş, o mezhepler üzerinden Müslümanlar yahudileştirilmiştir.

Bundan dolayı, sadece tarihe bakarak dinler hakkında yapacağımız yorumlar daha çok Şirk Dini’ni betimler olacaktır. Bunun türevi olan olası tehlikeler yüzünden de atalarının dinini sorgulamak, sorgulamak içinse Kelime-i Tevhid gerekir.


II KELİME-İ ŞAHADET:
Eşhedu en-la ilahe illallah,
ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Rasuluh!

Şahitlik ederim ki “Yoktur ilah, Allah’tan başka”;
yine şahitlik ederim ki “Muhammet O’nun kulu ve O’nun elçisidir”!

Bu cümlede Allah, Peygamber ve Müslüman tasavvurlarının birbirleriyle bağlantılı olarak nasıl kurulacağı anlatılmaktadır. Kelime-i Tevhid ile kurulan Allah tasavvurunun türevi olarak Peygamber tasavvuru, kulluk ve elçilik ile sınırlandırılmıştır. Bu peygamberin putlaştırılıp, dinin sünnet üzerinden yozlaştırılmasını engellemek içindir.

Kelime-i Tevhid ile kurulan Allah tasavvurunun türevi olarak Müslüman tasavvuru ise iki la’nın, yani isyan-teslim dikotomisinin üzerine yerleştirilmiştir. İsyan da, teslim de bir başına Müslüman olmak için yetmez. Allah vardır demek için önce hiçbir ilah yoktur demek, başka her şeye isyan edebilecek uyanıklıkta O’na teslim olmak gerekmektedir. İçinde isyan olmayan hiçbir teslimin kıymeti olmaz. İblis’in cennetin her noktasında secde edişinin veya Adem’e cennette tüm meleklerin secde edişinin bir kıymetinin kalmadığı gibi. Müslüman olmak demek, Kelime-i Tevhid’i giyinip, somut ve soyut, dışrak ve içrek tüm putları birer birer Allah’ın ismiyle kırmak; teslim denizine isyan tepesinden atlamak demektir.

Müslüman tasavvurunu daha doğru anlamak için cümleye ismini veren şahitlik üzerinde de durmakta fayda vardır. Zira şahit olmak için bakmak, baktığını görmek, gördüğünü an’lamak ve an’ladığını an’latmak, yani dört farklı düzeyde etkin olmak gerekir. An’lattıklarınızın da şahit olabilir olması, an’latımın niteliğini kısıtlamaktadır: An’latım diğerlerinin bu dört farklı düzeydeki etkinliklerine yapılan toplam müdahaleyi sıfıra indirger nitelikte olmalıdır ki onlar da şahit olabilsin! Hangi zaman-mekanda isyan etmesi, hangi zaman-mekanda teslim olması gerektiğini bir Müslüman kendi kendine bulmalıdır!

III İSLAM’IN ŞARTLARI:

Kur’an sık sık “Bu sadece bir hatırlatmadır” içeriğinde sözler fısıldar onunla konuşanların kulaklarına. Zira “insan” kelimesinin “unutmak” köküyle ilişkisini atlamazsak, İslam’ın tüm şartlarının bizler için birer hatırlatma niteliği taşıması beklenebilir. Bu noktada önemli olansa, hatırlatılmak istenenleri belirlemektir. Öyle ki, bu şartların amaç uzayları hatırlatmak istediklerini baştan sona kapsasın..

Eğer hatırlatılmak istenenler bu araçlarla hatırlanabilirse, her şartın birçok kişisel ve toplumsal faydası ortaya çıkabilir. Bunlar bu şartlar için birer sebep değil, birer sonuçtur. Ama ancak şartlar hakları verilerek yerine getirildiklerinde.. Yani araçlar sürekli ve sadece amaçlarına/hatırlatmalarına hizmet ettiğinde..

III-1 Kelime-i Şahadet Getirmek :

Aslında İslam’ın tek şartı budur. Diğer tüm şartlar, bu şartın farklı içrekliklerde hatırlanıp, onlara tekamül eden dışraklıklarda hatırlatılması yolunda birer araçtır.

Bu şart ise Kelime-i Tehvid’in hatırlanması yolundaki yegane araçtır. Kelime-i Tevhid’in amacı ise her türlü şirkten uzak olmaktır.

III-2 Namaz Kılmak :

Namaz kılarken ilk düzeyde hatırlatılmak istenen her zaman ve her halimizle O’nun huzurunda olduğumuzdur. Namazın vakitlere bölünüp, gün içine dağıtılışı ve bu vakitlerin her gün değişmesi “her zaman”ı vurgulamaya yöneliktir. Namaz içinde birden fazla duruşun – kıyam, rüku, sücud ve kade-i ahirenin - olması ise, “her halimizle”ye.. Bu duruşların zamansal sıralaması da önemlidir tabii.

Kıyamda, dosdoğru duruşta, Fatiha(10) Suresi’nin okunmasının vacipliği dikkate değerdir. Bu sure, adı gibidir ve Kur’an’ın anahtarıdır. Her okunduğunda bir kapı açılır. O kapıdan içeri girilmezse, söylenenler içselleştirilmezse, kapıyı açmanın bir anlamı kalmaz. Ma’un Suresi’nde “Yazıklar olsun şu namaz kılıp, duranlara ki onların kalpleri namazlarına yabancıdır!” demesi bundan olsa gerek.

Her rekattaki ikinci secde ile İblis’in secde etmediğini görünce meleklerin şükretme amaçlı ikinci kez secdeye varışı hatırlatılmak istenir. Böylece ilk secdeye varış O’nun emrini kayıtsız şartsız yerine getirmek için, ikinci secde ise bilinçli bir tercihle, şahitliğe şükretmek için yapılmış olur. İki secde arasındaki bir secdelik bekleyiş de bunun içindir: Hatırlamak için!

Sözün özü, namaz ile zamanı ve ardından zaman aracılığıyla başka şeyleri putlaştırmalar engellenmelidir. Çünkü tüm putlar kırıldığında, tek bir ilah kalır: Allah. Bunun için zamanın sahibi olmadığımız hatırlatılmak istenir.

III-3 Oruç Tutmak :

“Kendini bilen, Rabb’ini bilir” demiştir Hz. Muhammed. Oruç tutmanın amacı sadece vücudun aç bırakılması değildir. Rabb’i tanımak için kendini tanımak, kendini tanımak için nefsi/egoyu ara sıra aç bırakmak gerekir: Kişinin kendisiyle muhabbeti nefsi/egoyu sürekli doyurma eğilimindedir. Oruçla benliğe bu muhabbetin bir tahakküm ilişkisi değil, bir iktidar ilişkisi olması gerektiği hatırlatılmak istenir. Zira benlik bir genotip, nefis/ego ise bir fenotip gibidir: Benlik tüm insanlarda neredeyse tamamen ortakken, onun kırpıntılarının olası bir birleşiminin ürünü olan nefis/ego herkeste değişir.

Mide boş bırakılırken de, nefis/ego kibir ve benzeri şeylerle doyurabileceği için dikkatli olmak gerekir. Bu yüzden olsa gerek iftarda sofradan doymadan kalkmayı denemiştir hep peygamber.

Sözün özü, oruç ile nefis/ego ve ardından onun aracılığıyla başka şeyleri putlaştırmalar engellenmelidir. Çünkü tüm putlar kırıldığında, tek bir ilah kalır: Allah. Bunun için nefsin/egonun sahibi olmadığımız, yani bizim sahibimizin nefsimiz/egomuz olmadığı hatırlatılmak istenir.

Burada oruç ile terbiye edilmiş bir bakış açısıyla şu iki ayeti yorumlamakta da fayda olabilir:

“..kim bir insanı öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibidir; kim bir hayatı kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış olur!” (Maide, 32)

“Ve şunu da bilin ki ey müminler, düşmanı öldüren siz değildiniz, Allah’tı onları öldüren ve korku saldığın zaman sen değildin peygamber onların içine korku salan, Allah’tı korkuyu salan. Ve O bütün bunları kendi belirlediği güzel bir sınavla müminleri sınamak için yaptı. Muhakkak ki Allah her şeyi işiten, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Enfal, 8)

Öyleyse bir kişinin ölmesine karar verirken, “Ben Tanrı’yım” denilmektedir veya diyebilmek gerekir. “Ben Tanrı’yım” cümlesinin hakkı verilmemişse, adam öldürmek şirke girer: Nefis/ego ilahlaştırılmış olunur. Bu cümlenin hakkını vermek ise hiç kolay olmasa gerek:

Gayret etmenin (cihad: ce-he-de) nefes harfi olan ve O’nu temsil eden he’sini (ه) elif ile uzatınca savaşmak (ce-hê-de), kalın he (ح) ile değiştirince ise inkar etmek (ce-ha-de) olur.
Gayret etmenin sadece O’na teslimi temsil eden de’sinin (د) üstüne bir nokta koyup ze (ذ) yapınca öldürmek (ce-he-ze); bu noktayı uzatıp de’ye ekleyip, ze’yi lam (ل) yapınca bilmemek (cahillik: ce-he-le) olduğu gibi..

III-4 Zekat Vermek :

“Mülk Allah’ındır” der Kur’an. Yani Müslüman aslında mülksüzdür. Zekat ile hatırlatılmak istenen ise işte budur.

Kişi zekat verirken karşısındakine iyilik yapıyor olmaz. Çünkü kendisinin olan bir şeyi vermiyordur. Kur’an’da söylediği gibi: “O rızkını kimilerine doğrudan, kimilerine ise diğerleri aracılığıyla dolaylı yoldan verir!” Zekat veren sadece O’nun rızık dağıtımında aracı olur böylece. Hz. Ömer’in “Adalet mülkün temelidir!” demesi de bundandır. Aksi taktirde Proudhon’un dediği gibi: “Mülkiyet hırsızlıktır!”: Kişi mülkü sahiplenerek O’ndan çalmaya kalkar.. O’nun yeryüzündeki halifesi olmak, yeryüzüne sahip olmak demek değildir; yeryüzünün bir parçası olarak, adaleti sağlamaktır. Her birimiz birer hakim, hakem ve hekim olarak..

Sözün özü, zekat ile mülkü ve ardından mülk aracılığıyla başka şeyleri putlaştırmalar engellenmelidir. Çünkü tüm putlar kırıldığında, tek bir ilah kalır: Allah. Bunun için mülkün sahibi olmadığımız hatırlatılmak istenir.

III-5 Hacca Gitmek :

İbrahim Peygamber, Kelime-i Tevhid’i dile getirip eyleme döktüğü bilinen ilk kişidir. Öyle ki bu cümle onun hayatının tümlevlenişidir. Tevhid Dini onun dini, o ise Allah Dostu olarak adlandırılmıştır. Kendisinden sonra gelen peygamberlere, onun gibi yüzünü batıl olan her şeyden çevirip, hanifçe dine dönmek emredilmiştir.

Hacc, İbrahim’in kurduğu İbadet Evi’ni sadece fiziksel olarak tavaf etmekten ibaret değildir. Onun yaşantısını hatırlatmak ister: Dünyanın dört bir yerindeki tüm yaşantıların aynı anda bırakılması ve onun yaşantısı gibi bir yaşantıya yönlenilmesidir amaç. Bundandır ki onun mezarı yoktur Kabe’de, sadece onun hayatı vardır.

Sözün özü, hacc ile yaşantı ve ardından yaşantı aracılığıyla başka şeyleri putlaştırmalar engellenmelidir. Çünkü tüm putlar kırıldığında, tek bir ilah kalır: Allah. Bunun için yaşamın sahibi olmadığımız hatırlatılmak istenir.

Bu bağlamda birçok islami alışkı (ritüel), İslam’ın şartlarının doğrusal birleşimleri şeklinde yazılabilir. Örneğin kurban kesmek, oruç, zekat ve haccın bir birleşimi olarak düşünülebilir.

Kurban kesmek, sevilen ve bağlanılan bir şeyden Allah için vazgeçmek, yani içrek mülksüzlüğü hatırlatmak içindir. Hz. İbrahim’in çok sevdiği oğlundan vazgeçmesi hatırlanmalıdır bunun için ilk olarak. Sonra da oğlunun yerine bir koçun geçmesi.. Burada Hz. İbrahim’in oğluna karşı duyduğu sevginin yerine Habil’in koçuna karşı duyduğu sevgi geçmiştir aslında. Çünkü ilk kabul edilen kurban, Adem’in oğlu Habil’in koçudur. Kabil’in kurbanı değil.. Ve Habil-Kabil hikayesinde bir koç göğe yükselirken, İbrahim-İsmail hikayesinde bir koç gökten inmiştir. Bu yüzden kurban kesmiş olmak için, önce bir şeye bağlanılması ve ardından Allah için ondan vazgeçilmesi gerekir. Ki hatırlayalım ve sevgi yoluyla hiçbir şeyi putlaştırmaya kalkmayalım.. Aksi taktirde sadece bir hayvan kesilmiş olunur!

Benzer şekilde Mevlevilerin seması ve Alevilerim semahı namaz ve orucun birer doğrusal birleşimi olarak düşünülebilir. Ve örnekler çoğaltılıp, çeşitlemeler yapılabilir. Misal, gelecekte birileri çıkıp, gönüllü kan vermek oruç ve zekatın bir başka doğrusal birleşimidir deyip, bunu bir alışkı haline getirebilir.

IV İMANIN TABAKALARI:

İmanın şartlarının 6 tane olduğu söylenir:

- Allah’ın birliğine inanmak
- O’nun Peygamberlerine inanmak
- O’nun Kitaplarına inanmak
- Hayır ve şerrin O’ndan olduğuna inanmak
- Ahirete inanmak
- O’nun Meleklerine inanmak

İmanın şartlarını bu şekilde saymakta kuramsal olarak hiçbir sorun yoktur: Kur’an’da iman eden kişilerin özellikleri olarak geçen özellikler, bu 6 şartın herhangi bir doğrusal birleşiminin gereği olarak yazılabilir. Ama uygulamada bir sorun vardır: Şartları sözde kabul etmek, yani gereklerini yerine getirmemek. Kuşkusuz bu Vahdet, Peygamber, Kitap, Hayır-Şerr, Ahiret ve Melek tasavvurlarının nasıl kurulduğu ile ilişkilidir ve bu kavramların içini birer birer İslam’ın tek şartı olan Kelime-i Şahadetten türevleyerek doldurmak gerekir. Asıl sorun ise burada ortaya çıkar: Bu işin birden fazla şekilde yapılmasını engelleyecek hiçbir şey yoktur.

Bu amaç-araç yanılsamasını gidermek için 1 yöntem bulunamadığı için, yöntemleri sorgular nitelikte bir başka akıl yürütme yapılabilir: İmanı tabakalara ayırmak. Öyle ki, Kur’an’da iman eden kişilerin özellikleri olarak geçen özelliklerin her biri bu tabakalardan herhangi birisinin üzerinde gösterilebilsin..

İmanı 5 tabakaya ayırabiliriz bu niyetle: Kalbin, aklın, sözün, eylemin ve imanın imanı..

İmanı 5 tabakaya ayırmak, en az 2 üzeri 5 = 32 olasılık olduğunu söyler imanda. Kişi içrekten başlamalıdır iman etmeye. Ve bir bir eklemelidir diğerlerini de sırasıyla ilkinin üstüne! Bu yüzden 32 olasılıktan ilk 5’i, sırasıyla tabakaları üst üste eklerken gerçekleşir. Diğer olasılıklar ise ortak bir şekilde tanımlanabilirler: En az bir tabaka, kendinden önceki en az bir tabakadan önce gelir. Yani boşluk kalır tabakalar içinde. Ama her ne ki içi dolu olması gerektiği halde boştur, işte o artık bir puttur! Ve her ne ki bir puttur, Kelime-i Tevhid gereği kırılması gerekir!!

IV-1 Kalbin İmanı :

Aklı iman etmemiş mümin kalpler, yolun başındadırlar. O kadar ki - bir ihtimal, imanda pazarlık ederler. Yani alış-veriştir yaptıkları! Verebilecekleri hiçbir şey olmadığını bilmezler oysa..

İbadet ettikçe huzur bulurlar, huzur buldukça daha çok ibadet ederler. Birini çok düşünüyorlarsa, o kişinin de doğru bildiklerine katılmasını isterler. Zira sadece sezgileriyle tasavvur ederler O’nu. Bu yüzden de tasavvurları sınırlı kalır. Olur da kendilerince çok kötü olan bir şeyle karşı karşıya gelirlerse hayatta, imanlarından olabilirler. Hicreti sadece tarihsel bir olay zannaderler.

Tasavvuf ehli, aralarında bu noktada olanları şeriat kapısından girmiş olanlar olarak adlandırır. Onlar sırtlarına vurulduğunda kalkıp vurana aynı şiddette vuran bilgiç abitlerdir. O’na ilmen yakindirler ve bilgileri sadece “data”/veri düzeyindedir.

IV-2 Aklın İmanı :

Kalbin imanının üzerine aklı da iman edenler, alış-verişten çekinirler. Tabii bir gören olmadığı sürece.. Bu yüzden alış-verişleri daha içten pazarlıklı olur. Onlar cennete gitmek için ibadet ederler ve bazen taviz verebilirler kendilerinden. Hicretin ne olduğunu bilir ama hicret edemezler. Can korkusu gibi korkular üzerine Bel’am gibi duyup uyduklarını susup söylemeyebilirler.

Tasavvuf ehli, aralarında bu noktada olanları tarikat kapısından girmiş olanlar olarak adlandırır. Onlar sırtlarına vurulduğunda dönüp vurana nedenini soran bilgin zahitlerdir. O’na aynen yakindirler ve bilgileri sadece “information”/haber düzeyindedir.

En tehlikeli boşluk(lar), ilk tabakanın atlanmasıyla oluşur. Kalbi iman etmemiş, mümin akıllar bahanelerle doldururlar bu boşluğu! Vücutlarını dinç tutmak, bir anlamda spor yapmak için namaz kılarlar ve namazdan kalkar kalkmaz kendilerine vaat edilen giyitlerden hangisinin ona verileceğini sorarlar; yoksulların halini anlamak ya da kilo vermek için oruç tutarlar ama iftarda doymadan sofradan kalkamazlar; toplumun gelir düzeyi dağılımını tekdüzeleştirmek için kendilerinin olduğunu düşündüklerinden zekat verirler ve sonra bununla övünürler; ırkçılık gibi zararlı gördüklerini törpülemek için hacca giderler ve ülkelerine dönünce gayrimüslimlere bu törpülenmiş ırkçılıklarını yaparlar. Kur’an onları “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onların kalpleri namazlarına uzaktır!” (107/4-5) diye azarlar.

Ne kadar aklederlerse, o kadar zarar verirler kendilerine. Fizikten birkaç cümle duyan bir tıpçı iseler, secdede yüzlerinin yere dokunmasıyla dünyanın manyetik alan çizgileriyle sinir sistemlerinin daha başka etkileştiğini söyleyebilirler. Matematik merakları varsa, Kur’an’ın şifresiyle uğraşırlar. Biyoloji okurken, bilimsel teorileri inanç parçaları gibi görüp, onlara savaş açarlar. Çoğunlukla mehdiliğin varlığını savunur ve sonunda birer Karun Kahya olurlar, akla iman ettirip, dine şirk düşürürler; toplumun bilim açlığını kendilerince doyurur, toplum gözünde bilimcileri aptal ya da ajan durumuna iterler.

Ve Allah'ın Peygamber'ine bile yasak ettiği şeye soyunurlar: İnsanları inandırmaya!! Peki niye bu çaba? Yalnız kalmaktan mı korkarlar yoksa? Bu korkuya karşı çoğalıp, içlerindeki boşlukla yüzleşmekten mi kaçarlar?

Korkmaları gereksiz oysa: Kendinden kaçsa kişi, kendi bile terk etse kendisini, yine de yalnız kalamaz: O kalır kendisinde. Gidebileceği her yerde ise yine O vardır! “Gittiği yol kendi uzaklığı, vardığı yer kendi ayrılığıdır!”

İlk tabakanın dışındaki diğer boşluklar bu kadar tehlikeli değildir. Zira ilk tabakanın yerinde boşluk olduğunu fark edince kişi, her şeye yeniden başlamak zorunda kalır: Boşluğu hakkıyla doldurmak için, tüm tabakalar ortadan kaldırılmalıdır! Yani putu kırınca, hiçbir şey kalmaz ortada. Fakat ilk tabakanın üzerinde nerede olursa olsun boşluk; put kırılınca, en azından ilk tabaka olduğu gibi durur olduğu yerde!!

IV-3 Sözün İmanı :

Kalp ve aklın imanları üzerine sözü de iman edenler, her zaman çekinir alış-verişten. Her zaman “bir gören” olduğu bilgisi, sözcüklerle somutlaşır artık! Ashab-ı Kehf ‘inki gibidir hicretleri. Bel’am gibi canlarıyla tehdit edilseler, bir yerlere saklanır ama duyup uydukları sözleri etrafa dağıtırlar. Abdürrezzak Şeyhi San’an gibi gayrimüslim biri ile evlenmek için önce din değiştirmiş görünseler de, sonra eşleri de peşleri sıra dine geri dönebilirler.

İbadetleri kesikli kesiklidir. Zira ibadet etmek için buldukları bahaneler bir süre sonra onlara yetmez hale gelir ve yeni bahaneler bulana kadar imanlarını korumak için ibadete sırtlarını dönerler. Bu ara sürelerin uzunlukları, o süreci oluşturan anlardaki aklın imanının derinliği ile ters orantılıdır. Bu süreçteki kendileri rahatsız hissedişlerinin şiddeti ise, o süreci oluşturan anlardaki kalbin imanının derinliği ile doğru orantılıdır.

Tasavvuf ehli, aralarında bu noktada olanları marifet kapısından girmiş olanlar olarak adlandırır. Onlar sırtlarına vurulduğunda dönüp vurana bakarak nedenini anlamayı deneyen bilge ariflerdir. O’na hakkan yakindirler ve bilgileri “knowledge”/(?) düzeyindedir.

İlk iki tabakanın atlanıp, doğrudan üçüncü tabakaya geçilmesiyle oluşan boşlukta bahaneler bile kaybolur. Bu yüzden, tabakanın kendisi bir bahane olarak kullanılır! Genelde de yaşamak için..

İkinci tabakayı atlayanların ibadette kesikliliklerinin örüntüsü çok gelişigüzeldir ve sadece kalbin imanının bir fonksiyonudur.

Birinci tabakayı atlayanları, Karun Kahya olmaya pek yakındır. Zira merkezdeki bir noktadan bakarken bakıştaki bir derece hatası, çemberin yarıçapı arttıkça bakılması gerekenden daha uzak bir noktaya bakılmasına neden olur.

IV-4 Eylemin İmanı :

İlk üç tabakanın üstüne eylemi de iman edenler artık alış-verişten çekinmez, tamamen uzaktır. Hicretleri Musa’nın Mısır’dan çıkışı gibidir. Ama onlar kendini alış-verişten uzak tutuğu sürece, alış-veriş devam eder bu uzak komşuluklarındaki Mısır’da. Bir anlamda, uzaklık olur uzaktakini var eden.

Bel’am durumuna düşseler, gidip Musa’ya kardeş olup, krallarına savaş açarlar. Ebu Zerr gibi yeri geldiğinde çöle çekilip, toplumdan ayrık yaşar; yeri geldiğinde Muaviye’nin yakasına sarılıp, hesap sorarlar. Ama Musa gibi bilmediklerine sabredemeyip, dua üzerine buldukları Hızır’a çıkışmaya kalkar ve yol arkadaşlığını yitirirler. Azazil gibi bir sonraki tabakayı da eklemezlerse imanlarına, Adem üzerinden şirke düşmeyeyim derken nefisleri üzerinden şirke düşerler. “Ben Sen’den başkasına secde etmem..” diye başladıkları cümleyi “..ben ki sana kendi içimde o kadar yakınım, o ki..!” diye devam ettirirler. Her noktasında secde ettikleri cennetten olurlar!!

Tasavvuf ehli, aralarında bu noktada olanları hakikat kapısından girmiş olanlar olarak adlandırır. Onlar sırtlarına vurulduğunda dönüp bakmayan ama nedenini anlamayı deneyen aşıklardır/muhiblerdir. O’na yakinlikleri hakikattir ve bilgileri ölçek atlamıştır, başladıkları yere dönmüşlerdir. Öyle ki orayı ilk defa tanıdıklarının farkındadırlar.

İlk üç tabakayı atlayıp, dördüncü tabakaya geçmek ise olası değildir. (En az 2 olasılık gitti böylece.) Zira o boşluk, hiçbir şey ile sınırlandırılamaz. Ama kişi artık bir bahane olmuş üçüncü tabakayı, dördüncü tabakaya geçmek için de bahane olarak kullanabilir: Yaşamdan sıyrılıp, öte-yaşamı da kapsayacak kadar genişler bahanenin etki alanı. Bu sefer de eylem o kadar putlaşır ki, beşinci tabakaya geçmek imkansızlaşır. (1 olasılık daha gitti!)

IV-5 İmanın İmanı :

Artık bir kapı yoktur hakikat kapısından sonra. Ve dönüp buradan arkasına bakan kişi için, tüm kapılar aynıdır. İman derileştikçe kişi içinde O’na yaklaşmış, O’na yaklaştıkça ikiler anlamsızlaşmıştır: Varlık yokluk, yokluk varlıktır; uzak-yakın, doğru-yanlış, iyi-kötü,, birdir. Her ne ki vardır, işte o birdedir, birdendir. İmanın iman etmesidir bu son tabakanın adı ve sonsuza dek tekrarlar kendisini. Hicretler İsa’nın göğe alınışı, Muhammed’in Mekke’yi alışı, Mansur ve Bedrettin’in al-kışı ve Yunus Emre’nin ağlayışı gibidir. Hangi yol ki bir sonu vardır; bu yol, o yol değildir! Çünkü yol da O’dur, giden de, gidilen de..

V ANARŞİK/HANİF/SADECE MÜSLÜMAN:

İslam’ın ön-şartını iman, imanın ön-şartını ise öz-ü-gür akıl (düşüncede bağ kurma) ve vicdan (düşcede bağ kurma) bilendir Anarşik/Hanif/Sadece Müslüman.

Aklını ve vicdanını öz-ü-gürleştirdikten sonra, imanın şartlarını yerine getirmeye çalışır İslam’a girmek için. Öz-ü-gürleşme süreklilik içerdiğinden, İslam’a her girişinin ardından öze, başladığı yere döner. Yolda keşfettikleriyle yeniden tanır orayı ve derinleştirir düş(ün)cesini.

İmanın şartlarının hakkını verebilmek adına öz-ü-gür düş(ün)cesi üzerine bir bir çıkar/çıkmaya çalışır imanın tabakalarını. İslam’a girince de şartlara uyarak şahitliği (ilk şartı), şahitlik ederek de birle(ş)meyi (tevhidi) hatırla(tı)r.

O’ndan başka her şeye isyan edebilerek O’na teslim olmuş olandır Müslüman. Kişi aynı anda kaç farklı şeye birden teslim olabilir ki?

O’na teslim olabilmek için kendisini teslim almayı deneyen her şeye karşı mücadele etmelidir Anarşik Müslüman. Bu şey zaman, mekan, nefs veya mülk gibi kendisi üzerinde(n) de olsa; anne-baba, eş, çocuk, öğretmen, şeyh, komutan, patron, kabile, ata veya devlet gibi başka bir kişi/kişiler üzerinde(n) de olsa..

O’nun Selam’ı üzerinde(n) olmalı sadece: Kavli ve kevni tüm ayetleriyle muhabbet etmeli, diyalog kurmalıdır sürekli. Her son tahlilde hatırlanması gereken birle(ş)me (tevhid) bunları gerektirir.

Birle(ş)meye şahitlik edendir Müslüman. Şahit bir başka şahide hükmedebilir mi? Bir şahit bir başka şahidin şahitliğine müdahale etmeye kalkarsa, şahitliğin hakkı verilebilir mi? O sözünde ve eyleminde adildir bunun için. Yer-deniz halifeliği adalet üzerinden gitmektir onun için.

Şahitliği hatırlamak için ibadet edendir Müslüman. Mabedinin ismi mescid (secde edilen yer) olandır, cami (toplanılan yer) olan değil. Bedeni için mabed dışraktaki her yer, ruhu için mabed içrekteki her haldir bu yüzden. Dini kurumsallaşmaz, zira din demek yol demektir. Hicretten hicrete yürür durur.

Sözü dizen de herkes gibi bir kişiydi: Muhakkak aslını O bilir!!

oNuR PuSuLuK
04/11/2007

SON-SÖZ
Verdiğin ve vermediğin her şey için şükürler olsun!

Bu dünyada yaratılmışların şerrinden, ötesindeyse haber verdiğin azaptan,,
sadece Sana sığınırım..

Yapıp yapamayacaklarımız arasındaki o ince çizginin zamanında farkına varmayı;
yapabileceklerimizin üstüne yürüyebilmeyi, yapamayacaklarımızıysa kabullenebilmeyi,, bizlere nasip eyle!

Dilini öğrenmeyi hayırlı kıl, en hayırlı şekilde anlamayı da nasip eyle!
Dilimdeki düğümleri çöz,
gözlerim ve kulaklarımdaki perdeleri kaldır,
düşüncemdeki duvarları yık,
yüreğimdeki kirleri arıt..

İmanımı, inancımı, anlayışımı, kavrayışımı, ilmimi, bilgimi, sezgimi, sevgimi,, arttır!

Gözümü beyandan, gönlümü irfandan, aklımı burhandan ayırma!
Beni doğru yolda, doğru yolla(ra) ilet, yanıma da şeytanımı yoldaş kıl..
Sözünden değil, yolundan çıkarma!

Yaratılanın yaratılanı putlaştırıp sömürdüğü her düzene üzerimden
düşüm, düşüncem, sözüm, eylemim,,
ile lanet et!
İnsanı ayrı gören herkesi de ben(im)le hayrete düşür..
Ben'i Biz'ine kat ve Biz'e onlar diyenlere hidayet eyle!

Gücüm yettiğince sebep(ler) ver de kendimi bulayım, kaybedeyim, bulayım..
Ve içimde,
Ve dışımda,,
hep Sana ulaşayım!

Ben ki adı(lı) eyleminden gelen, eylemi sebep gerektiren,
Sen ki eylemi adı(lı)ndan gelen, sebepsiz ve mutlak eyleyen,,
Sen'den Sana sığınırım,
beni Sen'inle aldat(ıl)anlardan eyleme!

Notlar:

(1) Hidrofobik, su ile etkileşimden kaçan, su moleküllerinin tutamadığı.
(2) Akıl yoluyla bilgiye ulaşan, İslam’ın deistik yorumu. Biruni, İbni Rüşd,, gibi düşünürlerce benimsenmiştir.
(3) Sezgi yoluyla bilgiye ulaşan, İslam’ın panteistik yorumu. İbni Arabi, Hallac-ı Mansur,, gibi düşünürlerce benimsenmiştir.
(4) Mevcut birikimini (ayetleri ve hadisleri) kullanarak bilgiye ulaşan, İslam’ın teistik yorumu. İbni Teymiyye, Gazali,, gibi düşünürlerce benimsenmiştir.
(5) Bir maden mühendisliği terimi: Madenin cevherini ve arazını birbirinden ayıran pota.
(6) Arapça’da harfler birden fazla şekilde sınıflandırılır. Noktalı ve noktasız harf sınıflaması mevcut olanlardan birisidir. Noktalı bir harfin noktasının silinmesi ya da okunurken gözden kaçması, harfin başka bir harf olarak okunmasına sebep olur. Dilimizdeki “püf noktası” deyimi de buradan gelmektedir.
(7) Zaman-mekanın en önemli din adamlarından bir kahin ve peygamber: A’raf 175-176. Ayrıntılı bilgi içinse Tevrat ve İncil’e bakılmalıdır. Sayılar, 22/5-21; Yeşu, 13/22; İncil, Petrus’un 2. Mektubu, 2/15.
(8) M.Ö. 14. yüzyılda bile var olduğu bilinen, Hitit tabletlerinde adı geçen ve M.S. 2. yüzyılda Roma’da fazlaca üyesi bulunan mistik/gizemli bir Anadolu Dini. Kült üyelerinin çoğu Romalı tüccar, asker ve bürokratlardır. Mithra’nın bir Pers peygamber olma olasılığı yüksektir.
(9) İmam Hanefi, İmam Hambeli, İmam Maliki, İmam Şafi ve İmam Cafer-i Sadık.
(10) Fatiha açmak ve anahtar kelimeleriyle aynı kökten çekimlenmektedir.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

(d)evrilen ritüeller 3 - Şamanik İslam : Türbe & Mezarlıklar


Ön-Söz

Kur'anca yönlendirilmiş bir (!) bakış açısına göre her din özünde İslam olduğu için, dinler arası etkileşim bu özün gönüllerde belirginleşme olasılığını yukseltebilir: Öz birse, herhangi bir dinden (/yoldan) gidildiğinde karşılaşılamayacak olan, Tanrı'nın İslami bir tasavvuru (/Allah) olamaz. Bu yüzden dinler arası etkileşimler, inanış biçimlerindeki yanlış yorumlamaları minimize etmek adına faydalı olabilir. Tabii sağlıklı oldukları sürece.. Zira üzerlerinde gerçekleştikleri gönüller parçalanmışken sağlıklı etkileşimler çok da kolay kurulamaz..

(S)öz

Kişi düzeyinde baktığımızda, inanış biçimleri içerik olarak duru ve durgun gözükebilmektedir. Oysa kişinin inandıgı dini yorumlayış şekli, birçok başka etmenle karşılıklı etkileşimi içeren karışık bir süreçte biçimlenip durduğundan, inanış biçimleri duru ve durgun kalamaz..

Öncelikle, aile ve arkadaş çevreleri üzerinden aktarılan kültürel öğeler kişinin gönlü üzerinde dinler arası etkileşimleri sürekli olarak olası kılan esnek bir zihinsel alan oluşturur. Bu alanda kişinin seçtiği dinin ('zaman-mekan'sal) yakın komşuluğundaki tüm dinler gönüle özgü şartların güdümünde birbirini etkiler. Eğitim-öğretim sistemi ise kişinin aklı üzerinde siyaset-din etkileşimini olası kılan bir zihinsel alan kurar. Görece katı olan bu alanda gerçekleşen siyaset-din etkileşimleri bir önceki alandaki etkileşimleri yönlendiren şartlar üzerinde belirleyici bir duruş sergiler. Bir başka deyişle, ikinci alan diğerini kendi kenar, köşe ve boşluklarına göre tümleşik olacak şekilde yapılanmaya zorlar. Böylece iki alanın etkileşimi teoride karşılıklı bir iktidar ilişkisi olsa da, çoğu zaman uygulamada bir tahakküm ilişkisine (d)evrilir. Her iki alanın bütünleşmesi için, ilk alanın kendi içindeki bütünlüğünden vazgeçilir.

Kişi bu iki iç içe geç(iril)miş alanın bilinçli farkındalığına kolaylıkla varamaz. Ama zamanla onların üzerinde gözünün önünde kendi seçimleriyle yeni bir zihinsel alan inşa edebilir. Bu yeni alan kişinin yaşam biçimine göre yükseldikçe, ilk ikisi üzerindeki köklerini de sağlamlaştırmak zorunda kalır. Etkileşimler zamanla bir ağ oluşturarak bilinçli farkındalık düzeyine yaklaşır ve ağın merkezinde kişinin üretim-tüketim biçimiyle din etkileşir.

Kişi düzeyinde oldukça karmaşık görünen ve inanış biçimi belirleniminde sürücü bir rol oynayan bu etkileşimler ağına toplum düzeyinde bakılınca, bazı bölgeleri bulanıklaşırken, bazıları berraklaşır. En çok berraklaşan bölgelerde ise baskın olan etkileşimler dinler arası olanlardır.

Şimdi Anadolu'daki dinler arası etkileşimlere toplum düzeyinde bir bakalım. Bulanık bölgelerde kişi düzeyine inmenin gerektiğini unutmayarak..

Söz

İsa Peygamber'in yaşadığı dönemde Anadolu'da baskın siyasi güç olan Rum/Romalı asker ve aristokratların arasında en çok benimsenen din Mithra dini idi. Ilk izlerine Anadolu'daki en eski tabletlerde rastlayabildiğimiz bu din, kurumsallaş(tırıl)mış ve gizlenerek bir seçkinler dini haline dönüş(türül)müştü. Halk arasında ise iç içe geçmiş çok Tanrı'lı dinler hakimdi.

Mevcut statükolara baş kaldıran ve fakirlerin dini olarak yayılmaya başlayan İsevi İslam uzun bir süre Anadolu'da seçkinlerinleş(tiril)miş Mithra dini ile mücadele etti. Bu sırada onu ilk zayıflatan şey içine sızan Yahudileş(tiril)miş Musevi İslam oldu: Gerçek İncil kayıplara karıştı(rıldı), İnciller çoğal(tıl)dı ve içlerindeki din sünnetleşti(rildi). Din peygamberin arkasına itildikten sonra peygamberinin tasavvuru üzerinden değiştirildi ve Mithra taraftarları da bu değişikliklerle birlikte ayin ve ritüelleriyle beraber dine gir(ebil)di. Mithra'nın kendine yabancılaşan özü ise dışarıda bir yerlerde bırakılıp, bölünmüş zamanların birinde unutuldu gitti. İsevi İslam Mithra taraftarlarının üzerlerini örtebilecek şekilde yeniden dikilince onun da özü kendine yabancılaşmaya başladı ve Kilise Hıristiyanlığı doğdu.

Yahya'nın vaftizi Mithracılarınkiyle yer değiştirirken Çok Tanrı'lı dinlerle etkileşen İsevi İslam değil, Kilise Hıristiyanlığı olmuş oldu. Bunun sonucunda da kutsal bakireler Artemis, Kibele, Nina ve benzerleri Meryem'ın arkasına; Kronüs'ün (Zaman'ın) oğlu ve Artemis'ın babası Zeus, Nina'nın oğlu ve Kibele'nin sevgilisi Attis ile benzerleri ise İsa'nin arkasına saklandı. Kilise de bunu fırsat bilip, Eski Yunan'ın site-yurttaş oyununu Samilerin çoban-sürü oyununa kattı ve pastoral iktidarı keşfetti. Bu bireyselleştirici iktidar ile Doğu Roma'nın merkezleştirici iktidarı etkileştikçe de dinler arası etkileşimleri sağlayan zihinsel alanların bütünlüğündeki azalma o kadar ivmelendi, o kadar ivmelendi ki sonunda onunla etkileşim halinde olan toplumun üretim-tüketim dengesi de yerle bir oldu. Üretim-tüketim dengesini ve dinler arası etkileşim alanlarının bütünlüğünü yeniden sağlamak için bir dolu tarikat doğ(urul)muş olsa da durum gittikçe kötüleşti..

Bu kötü ortamda akıncı Türkmenler aracılığıyla bölgeye getirilen Muhammedi İslam hızla yayılmaya başladı. Kur'an'ın sırasıyla toplanması ve çoğaltılması için şartların olgunlaşması beklenmişti. Bu gibi tedbirler yüzünden Kur'an İncil gibi kayıplara karı(ştırıl)ıp, çoğal(tıl)amamıştı. Ama tedbirler ancak dinin sünnetleş(tiril)me sürecinin uzamasına yetti. Siyasetin din üzerine tahakkümüyle Yahudiler Müslümanlaştı(rıldı), Müslümanlar Yahudileşti(rildi). Muhammed Peygamber'ın ömrünün yetemeyeceğı kadar çok hadis içeren kitaplar üretilip serpiştirildi Kur'an'ın çevresine ve böylece Kur'an üzerindeki dikkat dağı(tı)ldı. Sonunda Kur'an abdest alınmadan dokunulamaz, okunmaz, okunsa da anlaşılamazlaştı(rıldı); duvarlara asılıp putlaştı(rıldı). Oysa Kur'an'ı putlaştırmada kullanılan abdest, putlaş(tırıl)an vaftizin özünden evriltilmişti.

İsevi İslam gibi peygamberin arkasına itilip, onun üzerinden yozlaştırılmaya çalışılan Muhammedi İslam'ı Anadolu'ya taşıyan akıncı Türkmenler'in zihinsel alanlarında Orta Asya'nın şamanik Tengriciliğı'nin izleri daha silinmemişti. Selçuklu ve Osmanlı gibi kurdukları imparatorluklar ise Doğu Roma'dan miras kalan Devlet Aklı'nı olduğu gibi devralmıştı. Bu yüzden hikaye kaldığı yerden aynen devam etti..

Göz

Orta Asya’dayken doğuda Taoizm gibi Çin Dinlerinin, güneyde Hinduizm, Budizm gibi Hint Dinlerinin, batıda ise Zerdüştlük, Maniheizm gibi İran dinlerinin kıskacında kalmıştı Şamanik Tengricilik. Ak Bodun’un (/beyaz Türkmenlerin) gönlünde bu dinlerin karşısında edilgen kalırken, Kara Bodun’un gönlünde hep etkin olmuştu, herhangi bir dini öğenin kendisine dönüş(türül)meden yayılmasına izin vermemişti. Türkmenler İran üzerinden akın akın Anadolu’ya gelirken de ak ile kara, edilgen ile etkin dengesinin değiştiği söylenemez.

Ak Bodun dini kabuklardan sünni İslam’ı seçmişti kendine Anadolu’da. Gerek daha sonra adı Bizans olacak olan Doğu Roma’nın, gerekse Muaviye’yle başlayan Arap iktidarının mirasını alabilmek için en uygun, en edilgen don buydu. Böylece gönlünde Muhammedi İslam’ın özünden uzaklaş(tırıl)mış bir İslam ile etkileşmiş oldu zaten edilgen ve özünden uzaklaşmış olan Şamanik Tengricilik. Medreseler kuruldu.. Kara Bodun’a kalan don İslami öze hem daha yakındı, hem de daha uzak. Ama onun gönlünde de Şamanik Tengricilik etkinliğinden, dönüştürücülüğünden vazgeçecek gibi değildi. Tarikatlar kuruldu.. Ak Bodun Kara Bodun’la etkileştikçe hepten karıştı işler..

Bu sağlıksız etkileşimlerle dolu olan Anadolu resminde ancak birkaç gönülde belirginleşebildi iki kabuğa da giremeyen öz. O gönüller de zaptedilemediği için gövdelerinden ayırıldı çoğunlukla başları.

Gök Tengri gökteki bir karadelik gibi çekti gönüllerden yukarıya Allah tasavvurunu, Allah Yukarıdaki oldu. Gök Tengrinin antromorfik tasavvuru Ülgen iyice yaşlan(dırıl)dı ve sakalları uza(tıl)dı. Erlik ise ilk olarak cinlerden İblis’in adılı olarak duyduğumuz Şeytan’ın içine saklandı. Orası zaten onun için uygun bir hale getirilmişti önceden, bu hiç zor olmadı. O artık bir melekti. Ona bağlı kötü ruhlar da cinlerin donuna girdi ve böylece cinler de adam çarpar olabildi.

Kötü ruhlar da kendine bir yer bulunca, onlardan insanları kurtarmak için kamlar kendilerine don aramak zorunda kaldı. Onların işi gerçekten de diğerlerine oranla zordu, onlara göre bir don hali hazırda yoktu. Sonunda kimi imam oldu, kimi şeyh oldu. Ata ruhların doğrudan çağıramıyorlardı artık; onlara Fatiha okuyarak ulaşıyor, cevaplarını da kitaplarında arıyorlardı. Zira doğruları ancak Ataları söyleyebilirdi onlara. Yeni bir şey söylemek atalara saygısızlıktı, kendini bilmezlikti, affedilemezdi.

Kamlar 4 mevsim yaptıkları kurban ayinlerini devam ettirebilmek için kurban ibadetini kurban bayramına dönüştürmüşlerdi. Kur’an akan kanların Allah’a ulaşmayacağını söylüyordu ama bu önemli değildi. Zira onlar atalarını memnun etmek ve kötü ruhları kovmak için yapıyorlardı bu ayini. Allah’a ulaşması için değil.

Sabahları hala güneşe, geceleri ise hala aya tapıyorlardı. Sadece sabahları dillerine, geceleri gönüllerine çekilmişti. Güneşleri Allah, ayları Muhammed ve Kur’an olmuştu.

Uzun süre üzerinde hiçbir ağaç ve otun bitemeyeceği Bodun (/budın) inli için bir yer bulamamışlardı. Sonunda onun için de Anıtkabir’i buldular. Anıtkabir’i bulana kadar bir dolu türbe ve cami yapmışlardı her karışı mescid olan İslam’ın mekanında, bir dolu kutsal gece/kandil geçirmişlerdi her günü eşit bir şekilde beşe bölen İslam’ın zamanında. Kutun en son kime geçtiğini bulmak o kadar kolay değildi, o yüzden bunlar da normaldi. Ve tüm bunlara elverişliydi Anadolu’nun geçmişinin birikimi.

Son-Söz

Şamanik İslam taraftarları türbe ve mezarlara giderken (ve bunu savunup, överken) aslında gittikleri mekanda cesedi bulunanın başka bir evrende değil de bu evrende diri olduğunu, hatta ölümden sonra dirilmenin olmayabileceğini varsaydıklarının bilincinde değil(di(r)) genelde. Peki bu nasıl ol(muşt)ur da mümkün ol(muşt)ur?

Foucault’un mezarlık gibi yerleri birer heterotopya (/aynı zaman ve aynı mekan içinde bulunamayacak şeyleri bir araya getiren mekan) olarak nitelendirdiği makalesini hatırlarken zihnimde dökülen kelimeler kişi düzeyinde de, toplum düzeyinde de bulanık gözüken bazı bölgelerdeki sislerin dağılmasını sağladı. Şamanist Türkmenlerle Anadolu’da yayılan türbe ve mezarlıklar birbirinden uzak kalmış tüm zihinsel alanları bir araya getiren heterotopyalardı(r) belkide?

Bilmediğimi bilmemekten gönüllerde saklı olanları da bilen Rabb’ime sığınırım. Sözü ben dizdim, özünü gözü, gönlü ve aklı veren O bilir..

oNuR :: sU LeKeSi
23/07/2008

19 Temmuz 2008 Cumartesi

TDG

15 Haziran 2008 Pazar 13:19
TDG için ilk 70 sayfadaki iz-lenimim gayet olumlu: 2 yer dışında okurken hiç rahatsız olmadım. Sanırım ilk rahatsızlığım ilerledikçe kaybolacak. İkincisi içinse - hümanizm içinse - şüpheliyim, o sanki kurtulması güç bir bela..

Ama ilk 70 sayfa için bile şunu söyleyebilirim: Bazı insanları kafalarındaki İslam kavramından kurtarabilmek için saatlerce çırpınacağıma, bu kitabı onlara hediye edebilirim. Ama herkese değil yine.. Bazılarına Dine Karşı Din, bazılarına Tawasin, bazılarına Makalat,, daha iyi gelebilir.. Zihinsel mekanda eşzamanlı yaşamıyoruz aslında ;) Zihinsel zaman da sürekli bir çizgisellik sergilemiyor, başı ve sonu yok, dairesel gibi..
15 Haziran 2008 Pazar 23:49
TDG sayfa 100, yorum güncelleme:

1) Hümanizm konusunda şüphem yok, umarım bu kitabın ilerleyen kısımlarında fazla bela açmaz başıma. Tahakküm ilişkilerinden kurtulmak için insanı merkeze koyup yüceltmek bence gereksiz ve de sakıncalı bir iş. Tanrı'ya hakkını versek her şey çözülecek..

2) Bir dini yorum metninde benim için öncelikli olan şey aksiyom(lar)/belit(ler). Bu kitap belitleri açısından gayet temiz gibi.

3) Herhangi bir belit kümesini kabul etmek onlardan türevlenerek kurulabilecek her olası geometriyi kabul edeceğim anlamına gelmez. Dinin kurumsallaşmayıp, kişiye göre şekillenebilmesi de ancak bu sayede gerçekleşir.

Yazarın reankarnasyon/tenasüh çıkardığı ayet ilişkilerinden bir başkası aynı belitlerle eş-koşut evrenler ve zamanda yolculuk da çıkartabilir. Ya da böyle çıkarımlara gerek duymayabilir. Önemli olan çıkarımları sorgulayarak belitlere uygun yere varmak. Bunu unutmamak gerek.

4) Bu tür metinler bir özellikleri sayesinde hem çok yararlı, hem de çok zararlı olabilir: Kişiyi yerleşik akla iman şirkinden kurtarmak için karşıt örnek olarak kullanılabilirler. Ama kişi bu noktada kendi sorgu ve yaratıcılık süzgecini devreye sokup, inancını yeniden kurmayı denemezse; kitabın aklına iman edip, bir şirkten çıkıp başka bir şirke düşebilir.
22 Haziran 2008 Pazar 03:47
TDG sayfa 283, yorum güncelleme:

1) Yazarın kurduğu tevbeli tekamül felsefesi kendi içinde tutarlı olsa da; sadece kız çocuklarının diri diri gömüldüğü zamanlarda değil, günümüzde de tehlikeli. Hukuk Devleti bence Foucault'un dediği gibi yerini Normalizasyon Devleti'ne bıraktı, artık hukuk kuralları bile birer norm gibi işliyor..

Bu felsefe belki biraz daha derinleştirilirse tehlikesi azalabilir. Bakalım yazar ilerleyen sayfalarda ne yapacak.

2) Yer yer ufak tefek bilgicik hataları var. Önemli olan onlar üzerinden yapılan çıkarımlar aslında ve doğrularıyla yer değiştirilirlerse belki çıkarımlar değişmez. Ama Tanrı'yı konuşturan bir üslupta bunlar göze batabilir. Hiç dini bilgim olmasa ve dini Kur'an'dan önce bu kitapla tanımaya başlasam, her şeyi bir kenara itebilirim.

Aynı sorun din adına söz sahibi(!) birçok yazarda göze çarpıyor. Keşke bu yazarlar din dışı konularda kullandıkları bilgilerin hakkını verseler de gölge düşürmeseler düşüncelerine.

3) Benim için yazarın yıkmayı denediklerinin kurmayı denediklerinden daha önemli olduğunu ve herkesin bazı kavramları kendi kendine kurması gerektiğini üstü kapalı da olsa belirtmiştim. Yazar eleştirip yıkma konusunda gayet iyi giderken bir noktada çuvalladı: Atatürk.. Bence müslümanlığın normalizasyon aracı olarak kullanılıp, kullanılmadığını anlamak için biraz daha okuyup, düşünmeli. En azından bir yerin köy olabilmesi için orada cami olması gerektiğini söyleyen köy kanununu falan bilmeli..

4) Cami demişken.. Tanrı'yı konuşturmadan önce Cami-Mescid arasındaki ayrıma da bir baksaymış keşke..
22 Haziran 2008 Pazar 17:14
TDG sayfa 352, yorum güncelleme:

1) Kur'an'ın hem müfessir, hem de müfesser olduğunun gayet bilincinde olan ve ona bu sıfatlarının hakkını iade eden yazar keşke Tanrı'ya "Sonsuz Tanrı'yı simgeler" ya da "Evrim insanın maymundan geldiğini söyler" gibi cümleler kurdurtmasaymış. Üzülüyorum gerçekten. Sonsuz tane sonsuz olduğunu bilen bir matematikçi "Yani sonsuz tane Tanrı mı var?" diye sormaz mı? Ya da evrimi hakkıyla bilen bir biyolog "insanın yazdığını - bilimsel kitapları ve makaleleri - doğru düzgün okuyup anlayamıyan bu adam mı Tanrı'nın kitabını doğru düzgün okuyup anlayacak, şaşırmayın" demez mi? Ne gerek var bilmediğin alanlarla felsefeni süslemeye çalışmanın? Ne de güzel kurmuşsun felsefeni, bir dolu kavramı ne de güzel almaşık anlamlarla yüklemişsin. O kısımları çıkartsan bir şey kaybedecek mi kitap? Hayır.. Ama o kısımlar yüzünden birçok şey kaybedecek. O alanlarda uzman olan ve yazarın yalan yanlış şeyler söylediğini gören birisi için herhangi bir değeri olabilir mi bilmediği alanlarda söylenenlerin? Cidden yazık.. Birkaç tefsir dersine gittiğim Mustafa İslamoğlu'nun da tek sevmediğim özelliği bu ciddiyetsizlikti. Bilgi güvenilirliği konusunda titiz olmayan birisinin yararından ziyade zararı dokunabilir millete.

2) Umarım yazar kitabın bir yerinde "Bunları yazan da herkes gibi birisiydi, muhakkak aslını/doğrusunu Allah bilir" babında bir şeyler söyler de bir şirkten diğerine yuvarlanmanın önünü açmaz.
26 Haziran 2008 Perşembe 14:19
TDG son sayfa, yorum güncelleme:

1) Bu kitabı da diğerleri gibi bir tefsir kitabı olarak kabul edebilirim. Ama doğrudan Tanrı'nın bir müdahalesi olarak kabul edemem, bence yazarın yaratılmış kısmı kurguda daha baskın. Yoksa kurgudaki Tanrı neden sonsuz tane sonsuz olduğunu, İblis'in cinlerden olduğunu ya da evrimin maymundan gelmek demek olmadığını bilmesin? Bir an kitabı gerçekten Tanrı müdahelesi olarak kabul etsem, o zaman Tanrı yazara yalan söylemiş olmak durumunda. En iyisi bunu kabul etmemek..

2) Yazarın yerleşik İslam anlayışını saldırdığı noktaların çoğuna katılıyorum. Benim yazılarıma bakınca bunu öngörmek zor olmasa gerek.

2) En çok Ben-O-Biz/Tanrı-Tanrısal yaklaşımını, ondan türevlenenleri ve Tanrı ile samimi diyalog kurabilme cesaretini sevdim. Bence bu bile insanlara çok şey katabilir.

3) Yazarın sunduğu tenasüh içerikli tevbeli tekamül felsefesi üzerine pek düşünmediğim bir konu. Nedeni daha önce de belirttiğim gibi alternatif felsefeler üretilebilmesi. Ve birkaç başka ayeti göz önünde bulundurursak, alternatifler daha çekici olabilir. Sanki bir yerden sonra yazar çıplak zihnini bu felsefenin gözlükleriyle gölgelemiş.

4) İndigo Çocuklar hakkında pek bir şey bilmiyorum. Ben de şu anda yazdığım bir romanda - boz(uk) kitap - yarınları otistik çocuklara bırakıyorum. Ama inşallah sonunda şunu diyebileceğim: "Bunları yazan da herkes gibi birisiydi, muhakkak aslını/doğrusunu Allah bilir"

5) Kitabı kimin için okuduğumu sanırım artık biliyorum. Yıllardır dindar olduğumdan haberdar olduğu için içten içe üzülüp, beni uzaktan sevmeyi seçen birisine armağan edeceğim..

6) Muhakkak doğrusunu O bilir..
19 Temmuz 2008 Cumartesi 02:20
TDG son yorum:

1) Kitabın ardından pek bilmediğim birkaç mezhep ve din hakkında okumalar yapmak zorunda hissettim kendimi. Yazarı oturtabildiğim bir gelenek var artık.

2) Yazar sayfasında kendine küfredilen, tehditler savrulan yorumları da yayınlıyor, kendini göklere çıkaranları da.. Ben de burada yazdığım yorumları gönderdim. Ama yayınlamadı ;)

iZ-LeYiCiLeR