palyaço etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
palyaço etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Eylül 2014 Çarşamba

Palyaçolar, Soytarılar, Hayaliler,,



 
Türklük, Kürtlük, Rumluk, Ermenilik,, vs. tabii ki hepsi uydurulmuş kimlikler, kurgulanmış kategoriler. Hiçbirinin fiziksel gerçekliğine inanıyor değilim. Fakat inkâr edemeyeceğimiz bir sosyal gerçeklik de var ki, içinde onları kullandığımız modeller olmadan, Türkiye’de toplumsal çözümlemeler yapmak çoğu zaman pek mümkün değil.

Ermeni kimliği, uzun yıllar boyunca bu topraklardaki tartışmasız en aydın kimlik oldu. Bu yıllar nerede başlar, nerede biter? Bunun arkasında yatan sebepler nedir, ne değildir? Bu konularda henüz net bir fikrim yok. Olmasına gerek var mı, onu da bilmiyorum. Ben, bugünümüze odaklanmak istiyorum sadece.

Recep Tayyip Erdoğan’ın “Benim için neler söylediler. Çıktı bir tanesi, aynı zihniyet, Gürcü’dür diyen oldu. Çıktı bir tanesi, affedersin, çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu.” dedikten sonra, Ermeni köşe yazarları arasında şiddetli bir tartışma başladı ve kısa zamanda onların etrafından her yere yayıldı.

Şüphesiz yazılan birçok yazı arasında en çok dikkat çeken iki şey şuydu: Etyen Mahçupyan, Ermeni yazarları kendilerini seyre gelmiş anti-AKPci sol/liberal aydın aristokrasinin alkışına talip olan  Palyaço”lar olarak tanımladı. Hayko Bağdat gibi bunu üstüne alınan Ermeni yazarlar ise cevap olarak, Mahçupyan’ın kendisinin de AKPci devlet terörünü meşrulaştırmaya çalışan bir “Saray Soytarısı” olduğunu dile getirdi.

İşin bana en ilginç gelen kısmı, bu yazarların birbirine biçtiği roller değil, bizzat kendilerine yükledikleri misyonlar. Yaptıklarının Türkiye’yi dönüştürme gücüne sahip olduğunu düşünmeleri. Şüphesiz, sözünü ettiğim tarihsel Ermeni aydınlığından kendilerine bir pay çıkartıyorlar. Belki bunu yaparken haksız da değiller. Fakat ne kadar haklılar?

Doğrusunu isterseniz, bugün Ermeni aydını deyince benim aklıma gelen isimler maalesef bu isimler değil. Yeri geldiğinde AKP’nin yanında, yeri geldiğinde ise AKP’nin karşısında duran ama hiçbir zaman tek derdi AKP olmayan, Sevan Nişanyan gibileri benim önceliğim.

Ne yazık ki, toplumsal kutuplaşmalarda sınırları katı çizgilerle çizilmiş taraflardan birinde yer alarak ne kendi tarafınızı dönüştürebilirsiniz, ne de karşı tarafınızı. Bu sınırların üzerinde yürüyüp, onları buharlaştırmadan; insanların kafasındaki yerleşik kalıpları sarsıp, önyargıları kırmadan aydın falan olunmaz. Ya çocukları güldürdüğünüzle kalırsınız, ya da çocukları öldüren kralları…

Kimi güldürdüğünüz de anlamlı bir fark değil. Güldürdüğünüz kişinin – bu kişi ister çocuk olsun, ister kral – gülerken düşünmesini sağlamanız gerekir. Hem kendisini güldürecek kadar yerli ve samimi bulmalı sizi, hem de onu kendisine bile yabancılaştıracak şeylerle güldürdüğünüz için sizden rahatsız olmalı.

Sanırım bu “affedersin meselesi”nde en güzel tavır, AKPci ya da anti-AKPci Ermenilerden değil, Sırrı Süreyya Önder’den geldi. Önder, Çankaya resepsiyonunda Erdoğan çiftine “Adıyamanlıyım, çok affedersiniz Türküm, tedavi oluyorumdedi ve onları bol bol güldürdü. Fakat bunu yaparken ne palyaço oldu, ne de soytarı.

Ne güzel rastlantı, Mahçupyan da son yazısında Erdoğan’ı alkışlayan Selahattin Demirtaş’ı örnek göstermiş Ermenilere. Kürtlerin solcuların istediği gibi olmadığı için “Yeni Türkiye”nin inşasında yer alacağını söylemeye çalışmış. Kısmen haklı olabilir. Fakat Kürtlerden ders çıkarması gereken sadece anti-AKPci Ermeniler değil, hatta belki Mahçupyan en çok kendisine ders çıkartmalı onlardan.

Demirtaş, Mahçupyan yaptığı gibi Erdoğan’ın kişiliğini değil, ona oy veren halkı alkışladığını açıkladı.  Ve aynı açıklamada gerçekliği su götürmez olan hırsızlık ve katliamlara karşı olduğunu da açık açık vurguladı.

Görünen o ki, Kürtlük kimliği Ermenilik kimliğinin aydınlıkta önüne geçmeye talip bugünlerde. Bunda hem biz Türklerin büyük bir rolü olmalı, hem de Ermenilerin kendilerinin. Umarım herkes kendi payına düşen dersi alır bu ibretlik temaşada.

Nişanyan gibi hayalilere selam olsun. Olan bitene tarafsız değil, kimliksiz kalabilmek; hep beraber gülebilmek, gülerken de düşünebilmek ve birbirimizi olabildiğince rahatsız edebilmek dileğiyle.

Muhabbetle,,

1 Aralık 2007 Cumartesi

gÜn.Ce


Bir karadelik yuttum galiba,
Ya da yuttum, sonra karadelik oldu,
Off…

03/01

 
:Tüm evren içime çöküyor şimdi
:Sanki tüm oyunlar, bende oynanıyor!
:Sanki oyundaki tüm karakterleri aynı anda ben oynuyorum!!
Ve ben bu yüzden
ne şarkı dinleyebiliyorum,
ne film izleyebiliyorum,,
ne de insanlarla konuşabiliyorum,,,

Periyodik bir ruh hali oldu bu sanki.

15/04

1) izdüşüm(türev(yaşam, 95), film) = babam ve oğlum
2) izdüşüm(integral(yaşam), film) = bin-jip
3) gerçek de rüya, rüya da gerçek,,
4) artık palyaço değil, hayali olmak istiyor.

23/07

Bir ay gördüm;
kırmızı bir yay olmuş,
bir maviden diğerine batıyor.
Merak ettim başka yerlerden nasıl görün(m)üyor?
Çünkü biliyor(d)um ki aslında
ay ne kırmızı bir yay,
ne de etrafında bir parça mavi var:
sadece bir ay,
bir gökyüzü,
bir deniz,
bir de "ben" var.

01/08

içerlek
Hayali olmak.. ..büyümemek için yeni bir bahane bence! Yoksa çocukları güldürürken büyükleri de kızdırmak mı artık niyetin? Al sana, bir taş ile üç kuş birden! Zaten alışmış olmalısın ama insanları kızdırmaya. Bakalım neler olacak?


dışrak
Her etkinin, bir tepkisi vardır! Birilerini kızdırmak – hele de bu birileri büyüklerse –  karşılıksız kalmaz... Sen bir taş atarsın, vurduğun üç kuş bir olur ve gelip, senin kafana düşer. Dikkatli ol bence ve her yerde konuşma siliniyorsa yazdıkların: düşünceleri susturmanın en etkili yoludur çünkü onları görmezden gelmek ve üzerlerini örtmek! Ve... Bazen de düşünceleri susturmak için, düşüneni susturabilir bu büyükler...

içrek
Yaşam böyle işte, hep dengeler üzerine kurulu! Alt ve üst eşikler arasında olası sadece "mut"lu bir yaşam. Düşünsene vücudundaki her tepkimenin sesini duyduğunu ya da kendi etinin tadını aldığını. Hayatın uslu çocukları için yasak bölgeler sadece bu kadar da değil üstelik: hislerde, düşüncelerde, sözlerde, eylemlerde. Her yerde var eşikler! Yasak bölgelere girersen, rahatsız olursun! Ama bir kere rahatsızlığın anlamını kavrayınca, rahat anlamını yitirebilir.

bağlaç

İkisi de seçim: içerde ya da dışarıda olmak! Hatta kimi zaman seçmemek bile. Önemli olan onu ya da bunu seçme(me)n değil, seçiminin ne anlama geldiğinin farkında olman!

ortaç
Dışarıdaki için, içerdeki dışarıdadır! yani mutlak olan içerisi ya da dışarısı değil, onları birbirinden ayıran duvarlar. Duvarlar olmasa içerisi ve dışarısı kalmaz, hepsi bir olur!!

içrek
Duvarları olmayan biri, duvarları olanlara göre duvarlardan geçen bir hayalettir sadece! Ve duvarları olmayana göre, diğerlerinin gördüğü duvarlar sadece birer hayaldir! Ne duvardan geçen bir hayaleti öldürebilirsiniz duvarı gören gözün yaptığı kurşunlarla; ne de görmediğiniz ve içinden geçebildiğiniz bir hayali duvarı yıkabilirsiniz!!

bağlaç
İçerisi var oldukça vardır dışarısı diyorsun sanırım ortaç! tüm zıtlar gibi; dost/düşman, savaş/barış, iyi/kötü,, vs. Ve zıtların varlığıdır insanın insanı sömürmesine izin veren! Ama zıtlar olmayınca da insan kendisini sömürmüyor mu içrek gibi?

içerlek
Eğer zıtların "bir"liğini inkar edersen, insanın insanı sömürmesine izin vermiş olursun.
Zıtlardan birini seçip, diğerini yok sayarsan da sömür(ül)en olursun! Zıtlardan ikisini birden yok sayarsan, kendi kendini sömürürsün!! "Bir"liğin enine-boyuna değil, derinlik-yüksekliğine gidip-gelmelisin sürekli.

dışrak
"Git-gel"ler.. ..nereye kadar? Ve sen gidip-geldikçe bıraktığın yerde bulamayacaksın "bir"i!

içrek
Bıraktığın yerde bulsaydın zaten, bir anlamı kalmazdı "gel-git"lerin! Ve nereye kadar? Sanırım bunun sonu yok, senin sonun gelmedikçe.

30/08 


 gÜn.Ce’ye dair”

"İnsanlar arasındaki tüm sürtünme, aklımızdakileri birbirimizin kavram uzaylarına haritalayamadığımız için çıkıyor olabilir mi?" İçtenlikle "Evet, bence öyle" demek istiyorum. Uzun zamandır düşünüyordum bunu. Aynı kavramlara başka başka anlamlar yüklüyoruz. Bu da yetmezmiş gibi, aynı düşünsel imgelere de farklı kavramlarla ulaşıyoruz. Bunlara rağmen dünyada ilişkilerin bu kadar yürüyormuş gibi gözükmesi, beni epey şaşırtmıştı ilk düşündüğümde. Sonra kendimce buldum ilişkileri ayakta tutan şeyi: Zıtlar. Evet, burada da karşımdalar :) İyi/kötü, güzel/çirkin, savaş/barış,, vs. Zıtların biraz üstüne gittiğimde, başka bir şey gördüm. Onlar birbirine sadece bağlı değildi, bağımlıydı da! Savaşı yeryüzünden silmek için, barışı da yeryüzünden silmek gerekiyordu mesela! Ve bu bağımlılık, bireysel ilişkilerdeki kavramsal iletişim kopukluğunun etkisini perdelerken; toplumsal ilişkilerde kavramsal iletişim kopukluğunun ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Ve bence, kavramsal iletişim kopukluğunun hangi düzeyde olduğu; etki düzeyi ile doğru ilişkili! Bir adam, bir kişiyi öldürdüğünde katil oluyorken, başka bir adam aynı anda binlerce kişiyi öldürdüğü için komutan oluyordu mesela!

En sonunda şu sonuca vardım: Zıtlardı insanın insanı sömürmesine izin veren kavramlar. Birini seçmeye kalktığınız anda, ya sömüren oluyordunuz, ya da sömürülen. Ya da ikisi birden... Zıtların birliğini inkâr ettiğinizde, sömürüye izin veriyordunuz. Zıtların ikisini birden yok sayınca kendi kendisini sömürüyordu insan! O yüzden zıtların bulunduğu düzlem üzerinde enine boyuna gitmenin bir faydası yoktu. Düzleme dik, derinlik-yükseklik boyutunda hareket etmeliydik.. Hayata inat, uslu bir çocuk olmayarak!! En fazla ömrümüz kısalırdı! Ama kısa da olsa bu rol, bu oyunda bize daha çok yakışırdı. Eeee, hadi öyleyse, güsel oynayalım?¿

Sevgiyle,,

oNuR :: sU LeKeSi

iZ-LeYiCiLeR