Giriş
Türkiye’de İslamcılığın her iki kanadı hakkında da kuşatıcı bir şekilde
bilgi sahibi olduğumu iddia edemem. Hâlâ ilk karşılaştığımda çok şaşırdığım
şeyler öğrenmeye devam ediyorum bu konuda.
Özellikle 80’ler öncesinin yerel fikir dünyasıyla ilgili pek bilgi
birikimim yok: misal, ne Cemil Meriç okudum daha, ne de Nurettin Topçu. Ayrıca
her iki kanadın da bölgesel kaynakların çevirileriyle başladığının farkında
olmama rağmen, bu kaynaklara da hâkim değilim. İranlı Ali Şeriati’yi az çok
okumuş olsam da; henüz Mısırlı Seyyid Kutub’u ya da Pakistanlı Muhammed İkbal’i
tanımadım.
Daha çok 70’lerin ilk yılları ile başlayan siyasi ve toplumsal hareketler
ile onları şekillendirdiği kabul edilen kimi süreçler hakkında fikir sahibiyim.
Bir de bölgesel kaynaklara çok bağlı kalınmadığı ve yerele özgü sentezler
arandığına dair bulduğum bazı ipuçları var.
Yeterince ehli olmadığım bu konuda yazmaya cesaret etmemin öncelikli
sebebi, ortalama bir okuyucuda tetiklemeyi umduğum şeyler olması. İkincil
sebebim ise bu yazıyı takip edecek tartışmalarda, yine ortalama okuyuculardan
kendi araştırmalarımı yönlendirecek yeni bir şeyler öğreneceğime dair oldukça
kuvvetli olan inancım.
Lütfen yazdıklarımı saydığım eksikliklerimi göz önünde bulundurarak okuyun
ve eleştirilerinizi olabildiğince acımasız yapın.
Muhafazakâr İslamcılığın kısa tarihi
70’li yıllarda daha önce birçok açıdan zıt kabul edilebilecek iki ideoloji
olan milliyetçilik ve İslamcılığın soğuk savaşın gölgesindeki anti-komünizm
propagandası ile birbirine kaynaştırılmaya başladığını söyleyebiliriz.
Alparslan Türkeş önderliğindeki ülkücü hareket, Necmettin Erbakan
önderliğindeki milli görüşçü hareket ve Fethullah Gülen önderliğindeki
neo-nurcu hareket, bu sürecin öne çıkan taşıyıcıları olarak sayılabilir.
Milliyetçi muhafazakârlık adı altında toplayabileceğimiz bu farklı
hareketler, yer yer faydacı sebeplerle birbirine yakınlaşmaya çalışmışsa da
aralarındaki kalın duvarlar hep korunmuş ve her biri kendi kulvarında ilerlemiştir.
Said Nursi’nin ölümünden sonra bir süre devam eden cemaat içi otorite
boşluğundan yararlanıp tabanını genişletmek isteyen Türkeş, nurcu açılımı
yapmaya çalışmıştır. Fakat nurcular, kendisinin Atsızcı milliyetçilik
dönemlerine gönderme yapmış ve DP > AP hattından kopmayıp, liberal
muhafazakâr partilere oy vermeye devam edeceklerini açıklamıştır.
Gülen, nurcu hareketin başına geçtikten sonra bir süre milli görüş çizgisine
sempati uyandırmıştır. Fakat her iki hareketin de toplumda hızlı bir şekilde köklenmesinin
ardından, bu sempati yerini antipatiye bırakmış ve 28 Şubat’ta sıra neo-nurcu
harekete gelene kadar milli görüş İslam’a zararlı bir hareket olarak
anılmıştır.
(Fethullah Gülen'in Milli Görüş hakkındaki 28 Şubat öncesi düşünceleri)
Erbakan, Ecevit’in CHP’si ile kurduğu hükümet Kıbrıs harekâtının tamamlanmasıyla sonlandıktan sonra ülkücülere yönelmiş ve milliyetçi cephe hükümetlerinde yer almıştır. Darbenin ardından 80’lerin sonuna kadar ülkücülerle seçim ittifakını sürdürse de, 90’larda hızla büyümesiyle yüzünü bu sefer liberal muhafazakâr partilere dönmüştür.
Temelleri komünizmle mücadele derneklerinde atılan üç hareketin de 28
Şubat’a kadar asıl amacı yayılıp, kendi tabanını genişletmek olmuştur. Bu amaç
o kadar başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiştir ki, milliyetçilikle muhafazakâr
İslamcılık ayrılmaz bir şekilde birbirine kenetlenmiş ve İran devrimiyle iyice
alevlenen radikal İslamcı söylemleri bile bastırmıştır.
90’ların başına gelindiğinde hem SSCB’nin dağılmasıyla beraber soğuk savaşın
sonlanması, hem de İran’ın bölgede yalnızlaşıp başlangıçtaki etkileyiciliğini
yitirmesi, devletin milliyetçi muhafazakârlığa bakışını değiştirmiştir. Gerek
milli görüşün siyasal alanda, gerekse neo-nurculuğun toplumsal alanda başat
aktörler haline gelmesiyle 1997’de post-modern darbe yapılmıştır.
Darbeden kısa vadede en çok yarar sağlayan, oyunu iki kat arttırarak
hükümet ortağı olan ülkücü hareket olmuştur. Bunun üzerine, milli görüş ve
neo-nurcu hareketler zorunlu bir ittifaka giderek, hep beraber gömlek
değiştirmiştir: askeriyeye son ana kadar yakın duran milliyetçi muhafazakârlık
kimliklerini terk edip, liberal muhafazakârlığın yeni bir sürümü olan
muhafazakâr demokratlık kimliğine bürünmüşlerdir.
Yenilikçi kanadın Abdullah Gül önderliğinde milli görüş çizgisinden
ayrılıp, Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde AKP’yi tek başına iktidara taşıyarak
başlattığı bu süreç, bir toplumsal faz değişimine karşılık gelmektedir. Bir
taraftan kökleri DP’ye kadar dayanan ve 90’larda bölünmeler yaşayan liberal
muhafazakâr taban birleştirilip, milliyetçi muhafazakârlığın önemli bir kısmını
da içerecek şekilde genişletilmiştir. Diğer taraftan da askeri vesayetten çekmiş
liberal ve özgürlükçü sol hareketlerin desteği kazanılmıştır.
Bu müthiş toplumsal meşruiyete neo-nurcuların devlet içindeki örgütlenmesi
de eklenince, askeriye siyasetin dışına itilmiş ve muhafazakâr İslamcılık otoriter
Kemalist devlet ideolojisi ile ilişkisinde rollerini değiştirmiştir. Bu süreçte
devletleşen muhafazakâr İslamcılık, geçmişte komünizme karşı aynı cephede
savaştığı kapitalizm ile eklemlenmesini de tamamına erdirmiştir. Bu
eklemlenmenin tamamlanmasıyla, neo-Osmanlıcı emperyalist eğilimlerin çok daha
cesur bir şekilde dışa vurulması da başlamıştır.
Neo-nurcular ve milli görüşçüler arasındaki zorunlu ittifak, bu noktadan
sonra son bulmuş ve aradaki kadim rekabet de kaldığı yerden yeniden
başlamıştır. Eğitimden barış sürecine kadar birçok yerde boy gösteren çıkar
çatışmaları, rekabeti iyice kızıştırmış ve bir yönetişim savaşına
dönüştürmüştür.
Gelinen noktada, Türkiye muhafazakâr İslamcılığının hâlâ üç hali
bulunduğunu söyleyebiliriz. Fakat sırasıyla milliyetçilik ve kapitalizm ile
eklemlenen bu haller, neredeyse cumhuriyetçi muhafazakârlar dışında tüm Türkiye
sağına yayılacak kadar güçlenmiştir. Aralarındaki en temel fark da hep yayılıp genişleme yöntemlerindeki değişiklikler olagelmiştir.
Devrimci İslamcılığın kısa tarihi
Türkiye devrimci İslamcılığının da üç hali olduğunu söyleyebiliriz. Benim
izleyebildiğim kadarıyla bunlardan en eskisi ve bugün için en zayıf gözükeni
radikal İslamcılık. Bu hareketi, Ercüment Özkan ve kurduğu İktibas dergisi
üzerinden ele alabiliriz.
50’li yıllarda Türk Ocaklarında düşünce dünyasına atılan Ercüment Özkan,
modernleşmeye karşı mücadelede terör ve şiddeti reddeden Hizb-ut Tahrir’in
Türkiye önderliğini yapmaya başlamıştır 60’lı yıllarda. Örgütün hilafet
ülküsünü ve yöntemlerini milliyetçiliğin yeni bir tezahürü olarak değerlendirip,
70’li yıllarda yolunu ayırmış ve İslami Parti adını verdiği bir siyasi parti
kurmuştur.
80’lerin başında yayın hayatına soktuğu İktibas, İran devriminin yarattığı
toplumsal heyecan ile radikal İslamcılığın başat temsilcisi haline gelmiştir.
90’ların başında milli görüş hareketinin yükselişi karşısında, Müslümanların
Müslüman kalarak sisteme eklemlenemeyeceğini göstermek için bir kez daha İslami
Parti’yi kurmayı denemiştir.
(Ercüment Özkan, 28 Şubat öncesinde Recep Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç karşısında)
Ercüment Özkan’ın 95 yılında ölümünün ardından Atasoy Müftüoğlu gibi düşünürler İktibas’ı bugünlere kadar getirmiştir. Bu dergi etrafında ele almaya çalıştığım hareketin savunduğu temel ilkeler şöyle sıralanabilir: tevhid, toplumsal ve siyasal hayatın düzenleyicisi olmalıdır; Müslümanlar, Kur’an ile aralarına herhangi bir aracı koymamalıdır; İslam, tasavvufi akımlardan temizlenmelidir ve demokrasi dâhil olmak üzere modernleşmenin Müslüman hayatına her türlü nüfuzuna itiraz edilmelidir.
İkinci olarak ele almak istediğim devrimci İslamcılık halini sol İslamcılık
olarak adlandırabiliriz. Özellikle cumhuriyetin ilk dönemlerinde Hikmet
Kıvılcımlı gibi sosyalistler, sol ve din arasında bir köprü kurmaya
çalışmıştır. 70’lere gelindiğinde başta İran olmak üzere bölgedeki bütün
devrimci İslamcılık hareketleri de sol ile yakın temas içinde olmuştur. Fakat Türkiye’de
bu tür bir yakınlaşma 90’ların sonuna kadar gecikmiştir.
Bu gecikmenin başlıca sebepleri elbet muhafazakâr İslamcılığın
anti-komünist milliyetçiliğiyle ya da radikal İslamcılığın milliyetçi
kökleriyle sınırlı değildir. Gerek yerli sosyalistlerin din konusundaki tutucu
tavrı, gerekse NATO üyesi Türkiye’nin komünizme bir set olma gerekliliği de
bunlara eklenebilir.
2000’li yıllarda hem muhafazakâr İslamcılığın iktidara gelmesi, hem de
radikal İslamcılığın gücünü yitirmesiyle, sol ve din yakınlaşmasında ilk
kıpırdamalar gerçekleşmeye başlamıştır. Solun devrimler tarihindeki boşluğu
peygamberler tarihi ile doldurmaya çalışan Reha Çamuroğlu, yerel bir direniş
teolojisi geliştirmeyi deneyen İlhami Güler ve evrim teorisini İslam tarihi
içinde konumlandırmaya uğraşan İhsan Eliaçık tarafından bu tarihlerde yazılan
ve Yarın dergisinde buluşan yazılar, devrimci İslamcılığa yeni bir soluk
getirmiştir.
Bu soluğun radikal İslamcılıktan en büyük farkı, başta demokrasi ve
sosyalizm gibi bazı aydınlanma ideallerini dışlamak yerine, sahiplenmeleri olmuştur. En
büyük benzerliği ise Kur’an merkezli İslam anlayışıdır. Özellikle
anti-kapitalist söylemlere ağırlık vermeye başlayan İhsan Eliaçık’ın yorumları,
kısa sürede sosyal medyada öne çıkmıştır.
Aynı zamanlarda, AKP’nin kapatılmasına karşı çıkan ve yetmez ama evet
kampanyasında başı çeken oluşumlardan olan özgürlükçü solda da kıpırdanmalar
yaşanmaya başlamıştır. DSİP üyesi Muhammed Cihad Saatçioğlu
(Ebrari)’nun önderliğinde kurulan
barış hareketi bunlardan birisidir. Fakat bu ve benzeri birçok küçük hareket
daha ilk zamanlarında karşılaştığı yoğun baskı yüzünden oldukça yıpranmıştır.
İki farklı kaynaktan gelen bu ilk kıpırdanmaların dayanıklı ilk meyvesi, 2012
yılında 1 Mayıs eylemlerinde anti-kapitalist Müslümanlar olarak boy gösteren
yeni bir hareket olmuştur. Bu hareket, yeryüzü iftarlarından Gezi Parkı direnişine,
barış sürecinden maden kazalarına kadar birçok yerde görünürlüğünü sürdürerek,
gençler arasında hızlı bir şekilde yayılmıştır. Fakat hareketin aynı ismi
kullanan iki farklı gruba ayrılması da uzun sürmemiştir.
Anti-kapitalist Müslümanlara paralel olarak, İşçi Partisi’nin yayın kuruluşu
olan Aydınlık Gazetesi’ndeki yazılarıyla, Eren Erdem’in de etrafında da
devrimci Müslümanlar adıyla biraz daha ulusalcı bir hareket doğmuştur. Birçok
eylemde İhsan Eliaçık’çı anti-kapitalist Müslümanlarla yan yana dursalar da,
hala kendi içinde değerlendirilmesi gereken bir grupturlar.
Türkiye’de sol İslamcılık neredeyse sosyalizmin kendisi kadar
fraksiyon gösterme eğiliminde olmuştur. Bir diğer örneğini de Mehmet Bekaroğlu
üzerinden takip etmek mümkün. Milli görüşten kopan Bekaroğlu, eski CHP’li Ertuğrul
Günay ile Müslüman ve sol bir parti kurmayı denemiştir. Günay’ın AKP’ye
katılmasının ardından; Bekaroğlu, yine milli görüş geleneğinden gelen Numan
Kurtulmuş ile HAS partiyi kurmuştur. Kurtulmuş da AKP’ye katılınca, bu Müslüman
sol parti dağılmıştır.
Fakat bu girişimler sonuçsuz kalmamış ve kendisine emek ve adalet platformu
adını veren yeni bir hareket doğmuştur. Kıvılcımlı’dan Müftüoğlu’na birçok düşünsel
damardan kendini beslemeye başlayan hareket, kardeşlik iftarları ile işçi
sınıfıyla daha çok yakınlaşmış ve sol İslamcılığın özgün bir başka yolu
olarak konumlanmıştır. Bekaroğlu CHP’ye geçtikten sonra da çizgilerinde bir
değişiklik olmamıştır.
Ele almak istediğim son devrimci İslamcılık halini de Kürt İslamcılığı
olarak adlandırabiliriz. Bu hal de kısa zamanda sol İslamcılık gibi
çeşitlenme eğilimi göstermiştir. Sivil Cuma namazları gibi itaatsizlik eylemleriyle
başlayıp, barış süreci bağlamında Öcalan’ın çağrısıyla toplanan Demokratik
İslam Kongresine kadar giden ana hattın yanı sıra, birçok irili ufaklı farklı
hat da oluşmuştur. İbrahim Halil Baran önderliğindeki ulusalcı hat bir örnek
olarak düşünülebilir.
(Demokratik İslam Kongresi sonuç bildirgesinin başlangıcı)
Fakat Kürt İslamcılığı hakkındaki bilgim yazmaya devam edemeyeceğim kadar az. Geçmişinde hem milli görüş, hem sosyalist hareketler, hem de Kürt siyasi hareketi içinde bulunmuş birçok parçası olan bu hareket için söylenebilecek tek şey, çok eskiye dayanmadığı, hala bir arayış içinde bulunduğu ve yakın zamanda etkili bir aktör olma potansiyeline sahip olduğu.
sonraki yazı :
İslamcılığın Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat Halleri – Türkiye Yakın Tarihi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder