yeni sol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yeni sol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ağustos 2014 Çarşamba

CB Seçimi 2014

Ipsos Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, CNN Türk için 1500 kişi üzerinde bir sandık sonrası araştırması yapmış [Kaynak Sunum]. Güven aralığının % 95 +/- 2.5 olduğu söylenen bu araştırmanın sonuçlarını, biz de kendimizce yorumlamaya çalışalım: 

  • 2014 CB seçiminde oy kullanmayanların çoğu, başarısızlığı boykotçulara bağlayan bazı muhaliflerin varsaydığı gibi AKP karşıtları değilmiş: son yerel seçimde % 46’sı AKP’ye, % 21’i CHP’ye, % 19’u MHP’ye, % 3’ü HDP-BDP’ye, % 10’u ise diğer partilere oy vermiş bu vatandaşların [sunu 13]. Yani Erdoğan’ın ilk turdaki oyunun i) herkesin sandığa gittiği durumda iddia edildiği gibi % 38 civarı [1] değil, % 50’nin hemen üzerinde [2]; ii) katılımın bir önceki kadar olduğu durumda ise yine iddia edildiği gibi % 43 [3] değil, % 51’e yakın [4] olması beklenirdi. 
  • Tabii yukarıda Erdoğan’ın sadece AKP seçmeninden oy alacağını varsayıyoruz hala. Tüm AKP seçmeninin sandığı gittiği varsayımı gibi bu da yanlış bir varsayım. Son yerel seçimlerde AKP’ye oy verenlerin % 95’i [sunu 19], CHP’ye oy verenlerin % 11’i [sunu 20], MHP’ye oy verenlerin % 27’si [sunu 21], HDP-BDP’ye oy verenlerin % 4’ü [sunu 22], diğer partilere oy verenlerin ise % 52’si [sunu 23] bu seçimde Erdoğan’ı desteklemiş. Bunu da göz önünde bulundurursak, Erdoğan’ın oyunun i) herkesin sandığa gittiği durumda % 53 [5]; ii) katılımın bir önceki kadar olduğu durumda ise % 52.58 [6] olması beklenirdi. 
  • Demek ki katılım ne olursa olsun her halükarda Erdoğan ilk turda CB seçilecekmiş. Kimse boşu boşuna insanların en demokratik haklarından biri olan boykotu aşağılayıp, aptallıkla suçlamasın! 
  • Seçimden önce Selahattin Demirtaş’ın adaylığının Erdoğan’ın elini güçlendireceğini iddia edenler de olmuştu. İlk turda gelen sonuç bu iddianın ne kadar yersiz olduğunu zaten gösterdi. Fakat gelin bir de Erdoğan’ın elini kim güçlendirmiş, ona bakalım. Erdoğan’ın oyunun % 1’i HDP-BDP, % 6’sı CHP, % 9’u MHP, % 6’sı ise diğer partilerin seçmeninden gelmiş [sunu 25]. Yani Demirtaş’ın adaylığı Erdoğan’a % 0.5 eklerken, CHP-MHP’nin İhsanoğlu’nu aday göstermesi Erdoğan’a en az % 7 eklemiş [7]! İhsanoğlu’nun oyunun % 2’si AKP seçmeni iken [sunu 26], Demirtaş’ın oyunun % 9’u AKP, % 8’i CHP-MHP, % 7’si ise diğer parti seçmeniymiş. Yani, İhsanoğlu’nun adaylığı Erdoğan’dan % 0.77 azaltırken [8], Demirtaş’ın adaylığı Erdoğan’dan % 0.88 [9] azaltmış. Demirtaş’ın adaylığı İhsanoğlu’ndan ise en fazla % 1.5 [10] azaltmış. Ayrıca Demirtaş’ın ilk turda elenmesi durumunda, ikinci turda seçmenin % 51.6’sı (toplam oy verenlerin % 5.04’ü) Erdoğan’ı, % 5’i (toplam oy verenlerin % 0.49’u) İhsanoğlu’nu desteklermiş [sunu 62]. 
  • Demek ki Demirtaş’ın adaylığı İhsanoğlu’nunki kadar hizmet etmemiş Erdoğan’a. Kimse boşu boşuna insanların alternatif aday çıkartmasını kötüleyip, oyları bölmekle suçlamasın!
  •  Demirtaş, erkeklere göre kadınlardan [sunu 29 ve 30] ve gençlere göre yaşlılardan [sunu 31 – 35] oy alamamış. Kadınların ve yaşlıların terör konusunda daha hassas olacağını varsayarsak, Türkiyelileşme yönünde Demirtaş’ın çok daha fazla şey yapması gerekiyor. Kürt siyasi hareketinden geliyor oluşu, oylarını ne kadar yükseltmiş olsa da toplumsal bilinçaltında hala sürtünme ile karşılaşıyor gibi görünüyor 
  • İhsanoğlu’nun yüzdesi seçmenin eğitim düzeyi ile orantılı olarak değişmiş [sunu 36 – 38]. Eğitim seviyesi düştükçe toplumda muhafazakârlığın da artacağını varsayarsak, muhafazakâr seçmene seslenmesi yönünde CHP’nin çok daha fazla şey yapması gerekiyor. Muhafazakârların aday gösterilmesi, toplumsal bilinçaltındaki anti-muhafazakâr CHP algısını yıkmaya yetmiyor gibi görünüyor. 
  • Erdoğan’a oy verenlerin % 78.8’i (toplam oy verenlerin % 40.81’i) onu tamamen destekliyormuş [sunu 44]. İhsanoğlu’na oy verenlerin ise sadece % 25’i (toplam oy verenlerin % 9.61’i) onu tamamen desteklerken, % 36.7’si (toplam oy verenlerin % 14.11’i) başka bir adaya karşı olduğu için onu tercih etmiş [sunu 45]. Demirtaş için bu iki oran sırasıyla % 54.7 ve % 7.9 (toplam oy verenlerin % 5.34’ü ve % 0.77’si) [sunu 46]. Yani kategorik AKP ya da Erdoğan karşıtlığı çatı altında toplanan partilerin sandığı gibi toplumun yüksek bir kesiminde bulunmuyormuş, sadece oy verenlerin % 15 kadarında varmış! Seçmenin sadece % 56’sı [11] bu seçimde tam olarak temsil edilmiş. Demirtaş’ın ilgili orana katkısı % 5.34 iken, Erdoğan’ınki % 40.81 ve İhsanoğlu’nunki % 9.61. Bu özellikle muhalefet kanadında ciddi bir temsiliyet problemi olduğunu gösteriyor! 
 
  • Ne Erdoğan’ın ve İhsanoğlu’nun Müslümanlığı, ne de Demirtaş’ın Kürtlüğü başat bir özellik değilmiş seçmeni için [sunu 48 – 50]. Demek ki mevcut kimlik siyaseti yerine değerler üzerinden siyaset yapmak, sanıldığı kadar etkisiz olmazmış memlekette
 
Kaynak Sunum:

http://www.ipsos.com.tr/downloads/pdf/IPSOS_SRI_2014Cumhurbaskanligi_Secimi_Sandik_Sonrasi_ArastirmasiVF.pdf

Hesaplar:

1) 0.74 (katılım oranı) x 51.79 (RTE’nin aldığı oy yüzdesi) = 38.32 
2) 0.74 x 51.79 + (1 – 0.74) x 46 = 38.32 + 11.96 = 50.28 
3) (0.74 / 0.89) x 51.79 = 43.06 
4) (0.74/0.89) x 51.79 + ((0.89 – 0.74)/0.89) x 46 = 43.06 + 7.75 = 50.81 
5) 0.74 x 51.79 + (1 – 0.74) x (46 x 0.95 + 21 x 0.11 + 19 x 0.27 + 3 x 0.04 + 10 x 0.52) = 53.00 
6) (0.74/0.89) x 51.79 + ((0.89 – 0.74) /0.89) x (46 x 0.95 + 21 x 0.11 + 19 x 0.27 + 3 x 0.04 + 10 x 0.52) = 52.58 
7) 51.79 x 1 / 100 = 0.51, 51.79 x (6 + 9) / 100 = 7.77 ve 51.79 x (6 + 9 + 6) / 100 = 10.88 
8) 38.44 x 2 / 100 = 0.77 
9) 9.76 x 9 / 100 = 0.88 
10) 9.76 x 8 / 100 = 0.78 ve 9.76 x (8 + 7) / 100 = 1.46 
11) 51.79 x (78.8 / 100) + 38.44 x (25 / 100) + 9.76 x (54.7/100) = 55.76

17 Haziran 2013 Pazartesi

GeZi iZ-LeNiMLeRi

 
Gezi parkında başlayan ve tüm ülkeye yayılan dayanışma ve direniş hareketinin bence üç büyük getirisi oldu. 

 1) Bu ülkede ilk defa kimliklerin kişilikleri maskelemesi engellendi: 

  • Kendi kendine örgütlenen ve çoğu apolitik gençlerden oluşan dayanışma, kimlik tabanında siyasi duruşu olan ve hiyerarşik yapılanma içinde bulunan her türlü örgüt ile arasına anlamlı bir mesafe koydu. Ambulansın peşine takılan ulusalcı kurnaz şoförlerin ambulansın önüne geçmesine de özellikle izin vermedi. 
  • Farklı kimliklerden bir sürü insan yan yana durdu, omuz omuza yürüdü. Ay yıldızlı Türk bayrağı ve sarı-kırmızı-yeşil Kürt bayrağı beraber taşındı, namaz kılan devrimci/antikapitalist müslümanların başında ateist solcular nöbet tuttu, LGBT’li bireyler polis şiddetinden kaçanlara evlerini açtı, farklı tribünlerin taraftarları sokaklarda kaynaştı,, 

2) Bu ülkede ilk defa devletin bireyi maskelemesi engellendi: 

  • Yüzyıldır süregelen, Ermeni, Kürt, Alevi, Solcu, Sağcı, Dindar,, gibi birçok farklı kimliğe ayrı ayrı uygulanan, bu yüzden de çoğunluk tarafından hep yok sayılan Devlet Provokasyonu, Devlet Şiddeti ve hatta Devlet Terörü meşruluğunu sonunda yitirdi. Şimdiye kadar bu meşruiyetin üretilmesinde ideolojik bir araç olarak kullanılan görsel/yazılı medyanın da gerçek yüzü ortaya çıktı.  
  • Toplumun devlet farkındalığı bir seviye daha yükseldi, kendisi için can(lar)ın göz kırpmadan feda edileceği kutsal bir yapılanma algısı yerini kendisi karşısında her daim savunmada durulması gerek baskıcı bir yapılanma algısına bıraktı. İnsanlar kitaplarda, gazetelerde, haberlerde,, karşılarına çıkan birçok şeyin doğruluğundan şüphe duyulması gerektiğini kavradı. 

3) Bu ülkede ilk defa çoğunlukçuluğun çoğulculuğu maskelemesi engellendi: 

  • Kılık değiştirmiş oligarşiden başka bir şey olmayan temsili demokrasimizin bize yetmeyeceği, ne parti üyelerinin, ne de parti seçmenlerinin başkanların izlediği politikaları etkileyemediği göründü. Özgürlükçülerin çoğulcu/katılımcı/doğrudan demokrasi talebi kitleler arasında an’laşılmaya ve yayılmaya başladı
 
  • Milli eğitim sisteminin ve görsel/yazılı medyanın bizlere yüklediği bilgilerin aksine, İttihat ve Terakki’den Kurucu İradeye, Tek Parti Dönemi’nden bugünün AKP’sine bu topraklarda Devlet Aklı’nın hiç değişmediğinin işaretleri belirginleşti. Azınlık ve çoğunluk iktidarının benzerliği ve sorunun çoğulculuğun reddinde yattığı fark edildi. 
 

Kimlik kişiliği, devlet bireyi ve çoğunlukçuluk çoğulculuğu şimdiye kadar hep olduğu gibi maskele(ye)mediği için kişiler, işçi/asker/vatandaş; kalabalıklar, taraftar/seçmen/cemaat olmaktan bir adım öteye geçti. Ve bu, özgür bireylerden oluşan bir toplum olma yolundaki ilk adım oldu. 


Dayanışma bir süre sonra bitse bile ardından hiçbir şey eskisi gibi ol(a)mayacak. Ne Mustafa Kemal'in, ne de (Recep) Tayyip'in askeri; ne CHP'nin, ne de AKP'nin seçmeni olmak zorunda olunmadığı artık gün gibi ortada. 

İşin kötüsü CHP ve AKP de artık bu gerçekten kaçamıyor. Bunun için de tehlikeli bazı tedbirler alıyor gibi görünüyor: 

1) CHP direnişin ilk günlerini oy yüzdesini arttırma potansiyeline sahip bir hareket olarak yorumluyor gibiydi. Dayanışma içinde bütünleşen yüzden farklı bileşen oldukça iştah kabartıcı olmuş olmalı. Fakat hükümeti düşürme hedefindeki miting tasarısı bile Taksim’de şiddetli bir tepkiyle karşılaşınca, işler değişti. Yine de, hiç öyle olmamış gibi CHP büyük bir bilgi kirliliği yarattı. AKP seçmeni bile (tam da başbakanın istediği gibi (!)) direnişi CHP’nin liderliğindeki bir süreç olarak düşünmeye başladı. CHP birimleri tarafından sosyal medyada pazarlanan photoshop harikası fotoğraflar da bunun tuzu biberi oldu: dayanışma ve AKP seçmeni CHP’nin de katkılarıyla birbirine giderek yabancılaştı, aralarında aşılmaz zihinsel duvarlar yükseldi. 

2) AKP direnişin ilk günlerini başbakanı yalnızlaştırıp, partiyi yeniden yapılandırma potansiyeline sahip bir hareket olarak yorumluyor gibiydi. Fakat partiden yükselen tüm karşıt söylemlere rağmen başbakan daha da sertleşip, güçlendikçe, işler değişti. Polis ve jandarmadan oluşan güvenlik güçlerinin saldırı ve provokasyonları pasif ve barışçıl direnişi kıramayınca, seçmenler telefonlarla mitinglere çağrıldı, parti binaları ve cami önlerinden belediye otobüsleri kaldırıldı, metrolar gece yarılarına kadar açık tutuldu, mitinglerde şiddet teşvik edildi.. ..ve eli sopalı, bıçaklı, satırlı insanlar sokaklara salındı. Devlet ve halkın bir kesimi arasındaki gerilim, zorla halkın iki farklı kesimi arasına taşınmaya çalışıldı. 

 

Bana öyle geliyor ki, hem CHP’nin, hem de AKP’nin tavrı darbe çığırtkanlığından başka bir şey değil. Tanımlayamadıkları, bu yüzden kendi tabanlarının kimliğini de sarsıp, yıkma potansiyeline sahip pasif, barışçıl, apolitik ve anarşik bir direniş ve dayanışma var sokaklarda. 1968’de Fransa’da doğan ve topraklarımıza girmemesi için darbelerden bile kaçınmadığımız hareketin hayaleti gençleri ele geçirmiş gibi. Umarım daha önce kanlı 1 Mayıs’ta olduğu gibi otobüslerle Taksim’e taşınan dindarların polis önünde gençleri bıçaklamasının planlarını yapmıyordur yine birileri. Yapıyorlarsa bilsinler ki, ne Taksim onların bildiği Taksim, ne de Türkiye onların bildiği Türkiye artık! aslında son 21 gün, son 42 yıldan daha uzun geçti.

17 Şubat 2009 Salı

dÜşÜn tAşIn

Sağlıklı beslenmeyen ve yeterince işlemeyen hiçbir can-lı yapı bir yerden sonra gelişmeye devam edemez. Bu yapı ister fiziksel olsun, isterse zihinsel..

Bu bağlamda, son kullanma tarihi geçmiş, bozulmuş veya çürümüş kaynaklardan beslenen; tek bir kaynak türünü aşırı az ya da aşırı fazla tüketen; besinleri daha sindiremeden sürekli kusmak zorunda kalan,, bir beden ile benzer durumdaki bir beynin sağlık durumları da benzerdir. Ve bunun yanı sıra fiziksel bir uzmanlık alanında yetkinlik için bedenin niceliksel ve niteliksel olarak uygun bir şekilde çalıştırılıp, geliştirilmesi ne kadar gerekliyse, zihinsel bir uzmanlık alanında yetkinlik için de beynin aynı şekilde çalıştırılıp, geliştirilmesi gerekir.

Ne yazık ki bizler bu gerçeği hep göz ardı ediyoruz.. ..ve süpürüyoruz halımızın altına!


Yerine daha sağlıklı düşünme biçimleri gelmiş olsa da ata-larımızdan bize miras kalan, son kullanma tarihi geçmiş düşünce kalıplarında ısrar ediyoruz. Siyasetten dine veya bilimden sanata kadar her alanda bu tür kalıpları öyle kutsallaştırıyoruz ki hem de..

Evet, bazı eskimiş ya da bozulmuş düşünceler bir ölçüde zihinde hoş bir tat bırakırken, sağlık için de faydalı olabiliyor.. ..ama biz o kadar alkolik olmuşuz ki.. ..ser-hoş olmadığımız anda krize giriyoruz.

Zihinsel besin çeşitliliğine de benzer şekilde hiç tahammülümüz yok. Fen bilimcilere sözel bilimleri, sosyal bilimcilere sayısal bilimleri; dindarlara bilimsel makaleleri, bilimcilere dini risaleleri; sünnilere Bektaşi'nin Makalatı'nı, alevilere namaz hocasını; muhafazakarlara devrimci manifestoları, devrimcilere muhafazakar destanları okumayı ve anlamayı yasaklıyoruz. Böylece ne olursak olalım, eksik beslenen beyinlerimiz illa ki sağlıksız oluyor.

Beyinlerimiz ilkin ilk okul sıralarındayken hastalanmaya başlıyor aslında. Yıllar boyu kalitesiz* diyetisyenlerin belirlediği müfredatlara göre kalitesiz* öğretmenlerin elinde hazırlanmış olan kalitesiz besinlerleri yemek zorunda bırakılıyoruz. Üstelik yediklerimizi sindiremeden de yaptıkları sınavlarda kusturuyorlar bizleri. Kusamayanlarımızsa zehirleniyor. Yani okula başladıktan sonra beynimizin hastalanmaması bir mucize gibi.. İşin garibi, yabancı kültürlerin hüküm sürdüğü okullarımızda işler biraz daha düzgün. Onları özellikle koruyan birileri yoksa, yabancı kültürlerin bir parçası olmalı müfredatlarındaki sağlıklı beslenme endişesi..

Belki zehirlenmeleri azaltmak, belki de zenginleri arttırmak için son zamanlarda dersane zincirlerinin fast-food vari test temelli öğretim sistemlerinde öyle kolay kusabilecek bir şekle sokuyorlar ki beyinlerimizi, artık ne yersek kusuyoruz. Toplum olarak bir şeyleri çabuk unutmamız ya da hiçbir şeyi adam akıllı kavrayamamız bundan böyle daha kolay. Zorlamalara hiç gerek yok yani..

Hal böyleyken, çocuk gözlerinde bile hiçbir iz kalmıyor umuda dair..

Aramızdan beş on kişi her şeye rağmen sağlıklı beslenebilmeyi başarabilse de, beynini uygun bir şekilde çalıştırıp, geliştiremediği için arzuladığı zihinsel yetkinliğe ulaşamıyor. Birkaç kişi ulaşsa da gönlünde yatan yere, çoğumuzun yetkinlik ayıracıyla ayrımsanamıyor. Ayrımsansa da varlığı mevcut düzenin devamını tehdit ettiği için.. ..(aramızda) yaşamaya devam edemiyor.

Ah be güzel ülke, nereye böyle?


(*) 'kalitesiz' adılını kullanmayı almaşığı 'kötü niyetli' adılını kullanmaya özellikle tercih ediyorum..

2 Aralık 2007 Pazar

SaĞ veya SoL üZeRiNe,,


Böyle bir başlık altında ilkin sağ ve sol tanımı yapmak yerine, sağcı ve solcu tanımı yapmak daha doğru geldi bana.

Sağcı, muhafazakar, içinde bulunduğu mevcut sistemi korumayı deneyen veya koruyan; solcu, devrimci, içinde bulunduğu mevcut sistemi değiştirmeyi deneyen veya değiştiren demek diyebilirdik.

Bu tanımlara göre, zaman-mekan tümlevinde sağlıklı bir toplum için sağcıların ve solcuların eş değer önemlilikte olması gerekliydi: Sağcılar korunması gerekenleri korumalı, solcular da yeri-zamanı geldiğinde onların koruduğu bazı şeyleri devirmeli veya evriltmeli ve onların koruması gerekenleri böylece yeniden tanımlamalı, yani güncellemeliydi. Kısaca biri diğerini ve ikisi beraber geleceği beslemeliydi..

Bu sağcı-solcu-toplum ilişkisi sadece siyasette değil, hayata dair her konuda böyle olmalıydı. Ama siyasette sağ ve solun bu şekilde bir arada mutualistçe yaşaması gerektiğini kabul etmek için konuyu biraz daha derinleştirmek gerekiyordu.

Hiç bir düşünce bir diğerine göre mutlak üstün olamamalıydı: Bir düşünce kendi içinde tutarlı olmasa zaten kendiliğinden çökerdi. Bir başka düşüncenin varlığında ise düşüncenin derinliği, dolaylı olarak da tutarlılık düzeyi değişmeliydi. Bu bağlamda düşünce, düşüncenin fitnesi olmalı ve düşüncelerin gelişmesi için çarpıştırılması gerekmeliydi: Düşünceler çimen gibi üstüne basıldıkça büyümeli, gelişmeli; onları yok etmek/yozlaştırmak içinse, onlar yokmuş gibi yapmak yeterli olmalıydı. Sağcı veya solcu düşünce sistemlerinden birisinin yozlaştırılması ise, her ikisinin de yozlaşması, yani merkezinde düşünce olan siyasetin kendisinin yozlaşması anlamına gelmeliydi!

Peki ben ne haddime böyle bir yazıya, hem de böyle bir girişle başladım?

Cevabım garipsenebilir: Aynı anda Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya türküleri dinledim. Sonra da bu iki çok sevdiğim türkücü üzerine düşünmeye başladım. Zülfü Livaneli’yi sola yakıştırdım ama Ahmet Kaya’yı bir türlü sola yakıştıramadım: O kesinlikle sağcı olmalıydı! Sağcı türkücülere baktım, onun gibi birisini dahi bulamadım bildiklerim arasında. Bu işte bir terslik olmalı dedim: Düşünmeye devam ettim yurdumun bu güzel türkücüleri ve de güzel yurdum üzerine.

Artık geçmiş zamanda gereklilik kipiyle cümle kurmayı bırakıp, girişi bitirebilirim.

Hikayenin başında önemli olan, sağcıların koruyacağı şeylerin iyi bir şekilde tanımlanıp, tanımlanmadığı. Zira ilkin solculardan bahsedemeyiz: Herhangi bir devrim olu(nu)r ol(un)maz başlangıç koşulu olarak herkes sağcıdır. Devrimi ol(un)masında başı çekenler bile..

Listede korunması gereken bazı şeyler yoksa veya korunmaması gereken bir şeyler varsa, süreç sürtünmeli başlar. Sistemin içsel denge noktasına yaklaşabilmesi için sağda durması gerekenlerden bazıları sola, solda durması gerekenlerden bazılarıysa sağa kaçar. Ve zihinsel bir temizlik yapılıp her şeye yeniden başlanmazsa, her adımda denge noktasından biraz daha uzaklaşılır.

Öyle ki, bir Livaneli türküsünü dinleyen, hatta bir ağızdan ezbere söyleyen on binlerce solcu, solcu bir siyasetçi etrafında toplanamayacak kadar bölünür, birbirinden uzaklaşır. Bir sağcı siyasetçi etrafında toplanan on binlerce sağcı ise kimsenin duymayacağına emin olduğu zamanlarda bu siyasetçinin hiç de hoşuna gitmeyecek olan Ahmet Kaya türkülerini mırıldanır, yani türküsüz kalır.

Kendi içlerinde her iki grup da toparlanabilecek olsa, toparlanabilmek adına örtülenlerin tekrar açığa çıkmaması için, sonunda birbirlerine silah çeker olurlar. Çünkü kendi içlerindeki farkları ve birbirlerine olan benzerliklerini fark etmemek için düşünceleri örter; dış görünüşlerinde, yaşam tarzlarında, etnik kökenlerinde, inançlarında,, kendince benzerlikler ve karşısındakince farklılıklar oluştururlar. Böylece siyasetteki yozlaşma, yaşamın her parçasına bulaşır. Bunda aşırıya gidince de savaş kaçınılmaz olur!


Savaş daha önce zaten en az bir kez yapılmışsa ve en azından birilerince bir daha savaşılmaması isteniyorsa gidilecek nokta daha da garip olur: İnsanların çoğu “..” olduğunu söyler ama “..” hakkında ne okur, ne de düşünür. Bu “..” kimi zaman sağcı, solcu; kimi zaman ise dindar, laik, milliyetçi, cumhuriyetçi, şeriatçı, atatürkçü,, olur. Sonunda halk “..”lar arasındaki gölge savaşlarından sıkılır ve kendisi gibi “..”lardan birçoğu olduğu söylenen ama her birinden çok uzak olan bir parti yaratır. Bu parti çoğunluğun oyuyla iktidara gelir doğal olarak. Ona karşı yapılacak her muhalefet ise yine doğası gereği onu daha da güçlendirir. Yani sistem içsel denge noktasına ulaşamayacağı için kendisine karar kılabileceği yeni bir denge noktası üretir. Bu sırada halk sadece istikrar istediğini söyler: Karar, tekrar ve istikrarın aynı kökten oluşu, boşuna değildir.


Sağcılar ve solcular, sağcılık ve solculuklarının hakkını vermediği sürece de bu denge noktasından başka bir noktaya sistemi çekmek pek olası olmaz! Yani oyuna baştan başlamak gerekir. Hem de aradan geçen onca zamanı da göz önünde bulundurarak.. Bir anlamda mevcut zamanın devrimin başlangıcına ötelenmesi, aradaki zamanın da tümlevlenip başlangıç koşuluna yedirilmesi demektir bu! Zor olsa da, imkansız değildir.. ..Ama her geçen gün daha da zorlaşacağı kesindir! Hele de tümlevleyişte sorun yaratacak süreksiz noktalar, cuntacı darbeler varsa elimizde.. Ve bu noktalarda çok kayıp verildiyse..


Sözün özü hiç sahip olmadığımız şekilde birer sağa ve sola, yepyeni bir sağa ve yepyeni bir sola ihtiyacımız var. Zira mevcut denge noktası pek de kararlı değildir, bu noktada sistem kendi kendini tüketebilir!


Kolaysa başımıza gele,


Sevgiyle,,


oNuR :: sU LeKeSi

iZ-LeYiCiLeR