31 Ağustos 2014 Pazar

Kâinatın Efendisi Vs Âlemlerin Rabbi



Sana ruhtan soruyorlar.
De ki:
“Ruh, Rabbimin emrindendir.
Bu konuda size pek az bilgi verilmiştir.”
(İsra 17/85)

Efendi ve rab kelimeleri aynı anlama gelir [1]. Bu yüzden, Muhammed Peygamber için saygıda kusur etmemek kaygısıyla “Peygamber Efendimiz” betimlemesinin kullanılmasını hep sakıncalı bulmuştum. Bunun, peygamberin ilahlaştırılmasındaki ilk adım olduğunu düşünüyordum. Sanırım bu yoldaki ikinci adımla karşı karşıyayız şimdileri: “Peygamber Efendimiz” de yetmiyor, “Kâinatın Efendisi” kullanılıyor artık övgüde eksik kalmamak adına Kutlu Doğum haftalarında.



Kâinatın Efendisi

Bu betimlemenin dayandırıldığı ilk gerekçe, ilk yaratılan ruhun Muhammed Peygamber’in ruhu olduğu varsayımı [2]. Allah’ın şekil verip, ruhundan üflediğini [Hicr 15/29, Secde 32/9] ve diğer herkesi kendisinden türettiğini [Araf 7/189] söylediği Adem Peygamber, yalnız bedenen ilk yaratılan insan bu varsayıma göre [2, 3].

Bırakın yaratılan ilk ruhun kime ait olduğunu, ruhun yaratılıp yaratılmadığı bile benim için oldukça belirsiz bir konu: zira o, Allah’ın kendisinden üflenen bir şey olarak anılıyor hep Kur’an’da [Enbiya 21/91, Tahrim 66/12]. Hatta bedenin yaratılan bir şey olarak anıldığı yerlerde bile [Secde 32/9]...

Ayrıca, ruhla ilgili bize çok az bilgi verildiğinin Peygamber'e özellikle söylettirildiği surede [İsra 17/85], hakkında bilgimiz olmayan şeylerin ardına düşmemek için de uyarılıyoruz [İsra 17/36]. Bu yüzden, ruhla ilgili olan değil, olmayan hakkında yorum yapmak daha güvenli olur belki. Misal, elektromanyetik alan gibi fiziksel olarak ya da bilinç gibi biyolojik olarak hakkında giderek daha fazla şey öğrendiklerimiz bir şey, ruh olamaz diyebiliriz. Gerçekte ne olduğunu ise muhakkak Allah bilir sadece.

İlk yaratılan ruhun Muhammed Peygamber’in ruhu olduğu varsayımına eşlenik bir başka varsayım daha var: “Allah, Muhammed Peygamber’i(n ruhunu) yaratmasaydı, kâinatı yaratmazdı, yaratsa da anlamsız olurdu” deniyor [4].

Bu varsayım benzer bir manaya sahip şu iki hadisle savunuluyor:

1)      Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım
2)      “Cibril bana geldi ve dedi ki: Ya Muhammed! Sen olmasaydın cennet yaratılmazdı, sen olmasaydın cehennem yaratılmazdı.

Birinci hadisi ilk duyduğumda tüylerim diken diken olmuştu, zira hadiste konuşturulan özne doğrudan Allah! Bana bu hadisi nakleden kişi de doğal olarak onu bir ayet zannediyordu. Kur’an’da böyle bir ayet yoktur fakat Allah’a iftira vardır [Ali İmran 3/78, Enam 6/144, Yunus 10/69, Zümer 39/60]. Korkmak gerek.

Aslında ikinci hadiste de benzer bir ontolojik çelişki var. Zira Cebrail aracılığıyla peygambere iletilen böyle bir söz varsa o söz, ayet olmalıydı. Hem kaynağı insani değil de ilahi, hem de meselesi ameli değil de itikadi olan bu kadar önemli bir bilgi, neden Allah'ın kitabına girmesin?

İşin kötüsü, bu hadislerle varsayım üretenler de senetlerinin sahih olmadığını biliyorlar ve senet olmasa da, mana sahihtir diyerek kıvırıyorlar [4, 5]. Manayı savunanların bir kısmı kendilerince şöyle bir mantık yürütüyor [4]:

Ancak, her peygamber o günün şartlarına uygun olarak insanların kapasitesine göre bu dersi kısaca talim etmiştir. Nihayet bütün vahiylerin temel esaslarını ihtiva eden Kur’an’ı Hz. Muhammed’e göndermiştir. Hz. Muhammed ise, gerek Kur’an ayetlerini tebliğ ederek, gerek Kur’an’ı açıklayan kendi -kavlî, fiilî, takrirî- sünnetiyle kâinat kitabını hiçbir peygamberin yapmadığı şekilde açıklamıştır.

Madem kâinat Allah’ın varlığına ve birliğine delil olsun diye yaratılmıştır, madem ki bunun delil cihetini sadece Hz. Muhammed ders vermiştir, öyleyse denilebilir ki, eğer Hz. Muhammed olmasaydı bu dünya da olmazdı. Çünkü anlaşılmaz bir kitap -ne kadar değerli olursa oldun- şayet onu açıklayan bir muallimi yoksa o kitabın varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark yoktur.”

Her şeyden önce, Muhammed Peygamber, kimseyi doğru yola iletmek için gönderilmedi [Bakara 2/272]: Allah katından Cebrail ile iletileni [Nahl 16/102, Şuara 26/193, Tekvir 81/19] sadece tebliğ etmek için gönderildi [Yunus 10/108, Rad 13/40, Nahl 16/82, Cin 72/23]. O, ne kendisine bildirilenden ötesini biliyordu [Enam 6/50], ne de kendisine bildirileni daha önceden biliyordu [Şura 2/52]. Bildiklerini Cebrail’den öğrenmişti [Necm 53/5]. Yukarıdaki muallim temelli akıl yürütmeyi bir adım öteye götürürsek, Allah Cebrail’i yaratmasaydı, Muhammed Peygamber’i de yaratmazdı, yaratsa da anlamsız olurdu.

İşte size büyük bir çelişki: son peygamberi amaçlaştıran mantık, baş meleği de amaçlaştırıyor! Oysa hiçbir peygamber bize kendisini ya da melekleri ilahlaştırmayı, Müslüman olduktan sonra küfretmeyi emretmez [Ali İmran 3/80].

Manayı savunanların bir diğer kısmı, benzer manalara gelen ayetler olduğunu iddia ediyor. Bu ayetlerden başlıcaları şunlar:

1)      Biz, seni (Muhammed) âlemlere (başka bir şey için değil) ancak rahmet için gönderdik.” [Enbiya 21/107]
2)      Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.” [Ahzab 33/56]

Önce ilk ayeti değerlendirelim. Bu ayetteki âlemler ifadesinin, insanlar âlemi, cinler âlemi, melekler âlemi,, ve benzerlerini ifade ettiğini; bu yüzden de Muhammed Peygamber’in tüm kâinattan üstün olduğunu varsayıyor.

Kur’an’da âlem kelimesinin geçtiği diğer ayetlere baktığımızda, görüyoruz ki i) İsrailoğulları [Bakara 2/47, Duhan 44/32], ii) Adem, Nuh, İbrahim Soyu, İmran Soyu [Ali İmran 3/33], iii) İsmail, İlyas, Yunus, Lut [Enam 6/86] âlemlerin üzerinde kılınmış; Meryem ve oğlu âlemlere ayet olarak gönderilmiş [Enbiya 21/91]; Kabe âlemlere hidayet kaynağı yapılmış [Ali İmran 3/96]; İbrahim ve Lut’un ülkesinde âlemler için bereket varmış [Enbiya 21/71] ve âlemler Nuh’a selam vermiş [Saffat 37/79]. Ayrıca, insan ve cin isimleri birçok başka şekilde betimlenmiş [Araf 7/38 ve 179, Enam 6/112 ve 130, Rahman 55/33, Ahkaf 46/18] ama kesinlikle farklı âlemler olarak adlandırılmamış.

Kur’an’da rahmet kelimesi ise 100’den fazla ayette “Allah’ın rahmeti” olarak geçiyor. Allah’ın dilediğine verdiği, birçok yerde de ayetler için kullandığı bir kelime: misal, Kur’an [Enam 6/157, Araf 7/203, Yusuf 12/111, İsra 17/82, Casiye 45/20, Bakara 2/178,, vs] ve Musa’nın kitabı [Hud 11/17, Ahkaf 46/12,, vs]. Sözün özü, âlemlere rahmet olmak Kur’an’ın kendisine göre kâinatın efendiliğini gerektirmiyor.

İkinci ayet içinse Kur’an boyunca kelime aramaya gerek yok. Aynı surede “Allah, size salât edendir, melekleri de salât eder” ayeti de geçer [Ahzab 33/43]. Bu iki ayetteki salât kelimesi bir vakit ile ilişkilendirilmediği için namaz kılmak anlamına gelmez, desteklemek anlamında kullanılır. Fakat sağ olsun mealcilerin çoğu, 56. ayetteki kelimeyi Arapçasından çevirmeden bırakıp, 43. ayetteki kelimeyi çeşitli şekillerde çevirirler. Bu da salât kelimesinin namaz anlamıyla bağlantı kurularak, Muhammed Peygamber’e diğer insanlardan öte bir anlam yüklenmesine sebep olur ki, doğru olmaz.

Manayı savunanların son kısmı ise Muhammed Peygamber’in diğer tüm peygamberlerden üstün olduğunu iddia eden bazı hadisleri kullanıyor. Evet, peygamberlerin bazıları bazılarından üstün kılınmıştır: Musa, İsa [Bakara 2/253] ve Davud [İsra 17/55] gibi… Fakat Allah dilediğini derecelerle yükseltir ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen yaratmıştır [Yusuf 12/76]. Yani peygamberler bir piramit gibi dizilmez O’nun karşısında, aksine etrafında bir çember oluşturur. Bu yüzden olsa gerek, bize emredilen, peygamberler arasında ayrım yapmamaktır [Bakara 2/136 ve 285, Ali İmran 3/84, Nisa 4/152].

Peygamberin İlahlaştırılması ve Âlemlerin Rabbi

Uzun uzun yaptığım bu çürütmelerin ardından, “ne var yani bu manada, belki de Allah öyle dilemiş olamaz mı?” diye bir itirazda bulunabilirsiniz. Hayır, olamaz. Şöyle ki:

1) Âlemler kelimesi en geniş anlamıyla kâinat demektir [Bakara 2/47, Duhan 44/32, Ali İmran 3/33, Enam 6/86, Enbiya 21/91 ve 71, Saffat 37/79]. Rab ise birebir efendi anlamına gelir [1]. Yani “Âlemlerin Rabbi” ile “Kâinatın Efendisi” betimlemeleri arasında bir fark yoktur. Allah’ın kendisi için defalarca kez kullandığı böyle bir betimlemeyi bir başkası için kullanmak şirke girer.

2) “Biz âlemler ile kâinatı, rab ile de efendiyi aynı manada kullanmıyoruz: sadece saygı ve sevgimizi böyle dile getiriyoruz” diyenler çıkabilir. Bakın Kitab-ı Mukaddes’te Pavlus’un ağzından ilahlaştırılan İsa Peygamber için nasıl da benzer ifadeler geçiyor:

Görünmez Tanrı'nın görüntüsü, bütün yaratılışın ilk doğanı O'dur. Nitekim gökte ve yeryüzünde, görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar, her şey O'nda yaratıldı. Her şey O'nun aracılığıyla ve O'nun için yaratılmıştır. Her şeyden önce var olan O'dur ve her şey varlığını O'nda sürdürmektedir. Bedenin, yani inanlılar topluluğunun başı O'dur. Her şeyde ilk yeri alsın diye başlangıç olan ve ölüler arasından ilk doğan O'dur. Çünkü Tanrı, tüm doluluğunun O'nda bulunmasını uygun gördü.” (Koleseliler 1:15-19)

3) Peygamberin ilahlaştırılması bir tarafa, Allah’ın yaratması bir ilk şarta bağlanırsa, Allah’ın gücü sınırlandırılmış olur. Bu da her şeyden önce küfre girer.


Kaynaklar

1) Efendi, Arapça rab kelimesinin Türkçedeki karşılığıdır. Maalesef mealcilerin çoğu rab kelimesinin bir insanı betimlediği yerlerde kelimeyi Türkçeye çevirmiş, Allah’ı betimlediği yerlerde ise kelimeyi olduğu gibi bırakmıştır. Örnek olarak Yusuf suresine bakabiliriz:

6 İşte böylece Rabbin (rabbuke) seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin (rabbeke) çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.

24 Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin (rabbih(i)) işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandı.

33, 34 (Yusuf:) Rabbim (rabbi-ssicnu)! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum! dedi. Rabbi (rabbuhu) onun duasını kabul etti ve onların hilesini uzaklaştırdı. Çünkü O çok iyi işiten, pek iyi bilendir.

37 (Yusuf) dedi ki: Size yedirilecek yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, Rabbimin (rabbî) bana öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben Allah'a inanmayan bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar ahireti inkâr edenlerin kendileridir.

41, 42 Ey zindan arkadaşlarım ! (Rüyalarınıza gelince), biriniz (daha önce olduğu gibi) efendisine (rabbehu) şarap içirecek; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından (beynini) yiyecekler. Yorumunu sorduğunuz iş (bu şekilde) kesinleşmiştir. Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin (rabbike) yanında an, (umulur ki beni çıkarır). Fakat şeytan ona, efendisine (rabbihi) anmayı unutturdu. Dolayısıyla (Yusuf), birkaç sene daha zindanda kaldı.

50 (Adam bu yorumu getirince) kral dedi ki: "Onu bana getirin!" Elçi, Yusufa geldiği zaman, (Yusuf) dedi ki: "Efendine (rabbike) dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz benim Rabbim (rabbî) onların hilesini çok iyi bilir."


29 Ağustos 2014 Cuma

AKP ve "3"lü Modeller



Türkiye'deki siyasi ve sosyolojik meseleleri çözümlemeyi deneyen modelleri elimden geldiğince sosyal medya üzerinden izlemeyi deniyorum. Ne yazık ki biz fizikçilerin çoğunda her şeye dair fikir sahibi olup, söz söylemeyi deneme dürtüsü oldukça güçlü. Hele de benim gibi kökeniniz biyolojik bilimler olup, yaşamı daha iyi anlamayı kendinize dert edinince; sosyal konularda merak da, ukalalık da diz boyu oluyor.
İzlediğim bu modeller arasında özellikle AKP iktidarını daha iyi an'lamak için bazen dönüşümlü olarak, bazense iç içe kullandığım birkaç tanesini kısaca özetlemek ve hatta birleştirmek istedim. Yine ne yazık ki, biz fizikçilerin farklı teorileri tek bir teori altında toplama eğilimi de oldukça fazla.
Samim Akgönül’ün “3 B” modeli [1] ile başlayayım. Bu model, devlet - din ilişkisinin son yüzyıl boyunca geçirdiği evrimi oldukça derli toplu bir çerçeveden takip etme ve AKP'nin bu evrimdeki yerini belirginleştirme imkânı sunuyor. Modele ismini veren 3 B – inanç (“belief”), aidiyet (“belonging”) ve davranış (“behaviour”) – devletle ilişkisinde dinin tanımlanabileceği üç farklı ardışık durağa karşılık geliyor. Kurucu İrade’nin dine karşı ilk iki durak ile son duraktaki tutum zıtlığı – yani toplumun Sünni/Hanefi İslam’a göre inanmasını, kimliğini bu doğrultuda kurmasını ama yaşamında bunu görünür kılmamasını istemesi – zaman içinde AKP’yi doğuracak olan bir toplumsal gerilim yaratıyor. 2007 sonrasında AKP’nin yaptığı ise, bu gerilimi minimize etmek oluyor: son duraktaki tutumu ilk ikisi ile uyumlu hale gelecek şekilde ters-düz etmek.
AKP’nin sürdü(rdü)ğü dönüşümü “Ilımlı İslam” olarak değil de, “Ilımlı Kemalizm” olarak tanımlayıp, Kadim Devlet Aklı’ndaki sürekliliğe dikkat çekmeyi denerken [2], ben de tam buna benzer bir şeyler söylemek istiyordum.
AKP’yi yüzyıllık bir çerçevede ele alan bu modelden sonra, yaklaşık yarım yüzyıllık bir çerçeve kullanan bir diğer modele geçelim şimdi. Tanıl Bora, Türkiye’deki siyasal yaşam için “3 muhafazakâr hali” tanımlıyor [3]: muhafazakâr demokratlık ya da liberal muhafazakârlık (DP > AP > ANAP > AKP hattı), milliyetçi muhafazakârlık (paralel Ülkücü CKMP > MCP > MHP ve Milli Görüşçü MNP > MSP > RP > FP > SP hatları) ve cumhuriyetçi muhafazakârlık (sürekli CHP’de birleş(tiril)en sosyal demokrat hat). Bu yaklaşım, öncelikle AKP'yi Milli Görüşçü hattan ayırıp, tarihsel olarak daha doğru konumlandırmayı sağlıyor. Zira gömlek değiştirenlere değil, gömleklere odaklanıyor. Bu da son birkaç yılda AKP'nin devletleşerek geçirdiği dönüşümü çok daha beklendik kılıyor [4].
Sanırım mevcut halleri birer terimle değil de birden fazla terimle tanımlamak, paradoksal görünen birçok şeyi normalleştiriyor ve model de gücünü buradan alıyor. Fakat Tanıl Bora’nın hem daha eski, hem de daha bilindik bir başka modelinde [5] durum farklı: o zamanki Türkiye sağı her biri tek terimle tanımlanan “3 sağ hali” ile – muhafazakârlık, İslamcılık ve milliyetçilik ile – ele alınıyor. Samim Akgönül, Tanıl Bora’nın tanımladığı ve tabii ki etkileşime kapalı olmayan bu 3 sağ halinin AKP bünyesinde birbirine kaynaştığını, hatta vahşi kapitalist (daha doğrusu neo-Keynesyen) yeni bir halin de mevcut birleşmeye eklemlendiğini öne sürüyor [6].
“3 sağ hali” modelinden “3 muhafazakâr hali” modeline geçme gerekliliği bile başlı başına üzerinde durulması gereken bir şey. Milliyetçiliğin (İslamcılığın) Ülkücüler (Milli Görüşçüler) tarafından pompalanan yoğun anti-komünizm (anti-semitizm) propagandasıyla milliyetçi muhafazakârlığa dönüştü(rüldü)ğünü söyleyebiliriz. Bu yüzden ne Nihal Atsız’ın Türkçülüğü, ne de Ercüment Özkan’ın İslamcılığı, günümüze kadar ulaşamadı. Önceden muhafazakârlık olarak tanımlanan ideoloji ile sonradan liberal muhafazakârlık olarak tanımlanan ideolojinin ise birbirinden çok farklı şeyler olduğunu söylemek zor. Samim Akgönül’ün işaret ettiği neo-Keynesyen yeni bir bileşenin ortaya çıkması dışında…
Bu yeni bileşene odaklanmak için de yaklaşık çeyrek yüzyıllık bir çerçeve kullanan, Fırat Mollaer’in “çağdaş 3 tarz-ı siyaset” modeline [7, 8] bakabiliriz. Bu model, siyasi yelpazeyi tekno-muhafazakârlık, endişeli Kemalizm ve liberal sol olarak üçe ayırıyor. Samim Akgönül’ün neo-Keynesyen yeni bir hal olarak adlandırdığı çılgın projecilik, tekno-muhafazakârlık tanımlamasında oldukça belirgin bir şekilde vurgulanıyor. Ayrıca Tanıl Bora’nın muhafazakârlığı modernleşme karşısına konumlandırmaya olan itirazı da daha güçlü bir ifade buluyor. Öyle ki, bu modele göre Türkiye'deki modernleşme ekollerini dünyadaki benzerleri gibi ikiye ayırmak mümkün: i) toplumu akılcı olarak yeniden yapılandırmaya çalışanlar (Komünistler, Anarşistler, Liberaller, Kemalistler vs.) ve ii) bu yaklaşıma kategorik olarak karşı olan, toplumsal tutuculukla görece daha uyumlu ve toplumu deneyci olarak yeniden yapılandırmaya çalışanlar (80 sonrasının tekno-muhafazakârları). Sanırım bu yaklaşımın gücü de özünde bir betimlemeden öte eleştiri olmasından kaynaklanıyor.
Özellikle AKP iktidarının geçmişini daha iyi an'lamak için Samim Akgönül’ün, Tanıl Bora'nın ve Fırat Mollaer'in sözünü ettiğim yaklaşımlarını bazen dönüşümlü olarak, bazense iç içe kullanmak mümkün ve yeterli görünüyor. “3 B” modeli, “Cumhuriyet Mitingleri”ne katılanların korktuğu gibi AKP ideolojisinin cumhuriyet düşmanı bir şeriatçılık olmadığını; “3 sağ hali” ve “3 muhafazakâr hali” modelleri, “Yetmez ama Evet”çilerin abarttığı gibi AKP ideolojisinin eski statükoya alternatif bir özgürleşme programı olmadığını ve “çağdaş 3 tarz-ı siyaset” modeli, “Gezi Direnişi”nde bulunanların iddia ettiği gibi AKP ideolojisinin modernleşme karşıtı bir gericilik olmadığını gözler önüne seriyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın çıraklığı Necmettin Erbakan’ın arkasında geçtiyse; kalfalığı Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın; ustalığı Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün izinde geçmiş/geçiyor diyebiliriz. Fakat özetlemeye çalıştığım bu “3”lü modellerin hiçbiri bu dönemler arasındaki geçişlerle ilgilenmiyor. Belki de bu yüzden olsa gerek, AKP ideolojisinin dünü ve bugünü hakkında ne kadar çok şeyler söyleseler de, geleceğine dair güçlü bir ipucu vermiyorlar.

Dönemler arası geçişleri de inceleyecek bir modelde ideolojiler kadar kişiler de önemli olmalı kanımca. Sosyal medyadaki AKP çözümlemelerine uzun bir süredir hâkim olan Erdoğan - Gül karşılaştırması da olsa olsa bu bağlamda ilginç olabilir. Levent Gültekin'in geçenlerde yayınlanan bir yazısında [9] Erdoğan - Gül karşılaştırması dindar siyasetçiler arasında hep olageldiği iddia edilen bir gelenekçi - yenilikçi ayrımı üzerine oturtturuluyor. Milli Görüşçü milliyetçi muhafazakârlıktan liberal muhafazakârlığa geçiş çözümlenirken, önce bu ayrım çeşitlendiriliyor yazıda: “gelenekçiler”, “yenilikçiler”, “itikatta yenilikçi, amelde gelenekçiler”, “itikatta gelenekçi, amelde yenilikçiler”. Yazara göre o geçişte Abdullah Gül bir “yenilikçi”yken, Recep Tayyip Erdoğan bir “itikatta gelenekçi, amelde yenilikçi”ydi. Son dönemde ise özüne dönen Erdoğan tarafından “yenilikçi” olanların hepsi “itikatta yenilikçi, amelde gelenekçi” olmaya zorlandı. Bu zorlamanın dışında kalan tek isim ise Gül oldu ve onun partisine geri dönecek oluşu AKP’yi değiştirme potansiyeline sahip yegâne güç.

Peki, Levent Gültekin’in yenilikçi - gelenekçi dikotomisinden umduğu değişim AKP’de gerçekleşirse, mevcut “3”lü modeller kapsamında bu değişimi betimlemek mümkün olur mu? Yoksa yeni tanımlamalar içeren başka modeller mi geliştirmek zorunda kalırız?

[1] Samim Akgönül, “Türkiye’de din, 3 B teorisi ve AKP

[2] Onur Pusuluk, “Ilımlı Kemalizm

[3] Tanıl Bora: “Seküler-mütedeyyin hattını yerinden oynatan hareketlerönemli
[4] "Muhafazakâr demokratlar kendi iktidarlarının başlangıç safhalarında devleti minimize etmeyi, devletin başındaki kutsallık hanesini kaldırmayı hedeflerler. Klasik anlamda liberal devlet fikrine yatkındırlar. Örneğin 60’ların ortalarındaki Demirel “gerçekten inanamıyorum!” dedirtecek düzeyde liberal demokrattır. 70’lerdeki Demirel neredeyse faşizan düzeyde devlet tapıncına sahiptir. Bu sadece Demirel’in dönüşümüyle açıklanmayacak bir durumdur. Liberal muhafazakâr eklemlenme içindeki tahterevallinin durumuna bağlıdır." - [3]'ten alıntı. 
[5] Tanıl Bora, “Türk Sağının Üç Hali: Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık” İstanbul: Birikim, 1999.
[6] Samim Akgönül, “Üç sağdan üç sola: Alternatifdoğar mı? Doğmalı mı?
[7] Fırat Mollaer’le yeni “Üç Tarz-ı Siyaset” üzerine

[8] Fırat Mollaer, “Tekno-Muhafazakâr Holdingler Kıyamet Alameti

[9] Levent Gültekin, “AK Parti’de yenilikçi-gelenekçi tartışması

iZ-LeYiCiLeR