1 Aralık 2007 Cumartesi

(mutlu) aŞk


(S)öZ


Aşk da bir duygudur ve her duygu gibi o da kabaca üç değişkenli bir fonksiyondur. Ve aşkı niceliksel ve niteliksel olarak belirleyen üç değişken bu duygunun öznesi, nesnesi ve çevresidir – içinde bulunulan zamansal ve mekansal durum + diğer herkes. Aşkın niceliği bu üç değişkenin niceliği ile doğru orantılıdır. Niteliği belirleyen ise bunların arasındaki ilişkilerdir.

Çevrenin en baskın değişken olması, aşkın niteliğini dibe çeker. Çünkü çevredeki duygu pekiştiricileri ortadan kalkınca, aşktan geriye pek bir şey kalmaz. Öyleyse çevre, en az baskın olan değişken olmalı.


Gelelim özne ve nesneye.. Nesne ve özneden birinin diğerine göre daha baskın olması da aşkın niteliğini olumsuz etkileyebilir. Hem de niteliğini azaltmaktan ziyade, kendisini tamamen ortadan da kaldırabilir.


Öznenin baskınlığı artarken, kişi artık karşısındakinden çok kafasındakini sevmeye ve böylece aşk körelmeye başlar. Karşısındaki de kafasındakinden ne kadar farklı olursa ilişki o kadar sürtünmeli olarak son bulur.

Nesnenin baskınlığı artarken, kişi kendisini karşısındakine göre değiştirmeye başlar. Yani kendisinden vazgeçer. Kendisi olmayan birisinin bir duygusu olarak aşktan bahsetmek ise pek anlamlı olmaz. Sonuçta, kişi en fazla kendisini sevdiği kadar sevebilir karşısındakini.

Bir adım geriye atarsak, bundan az da sevmemeli demek ki.. Ve aşk sadece bir duygu olmaktan çıkıp, bir ilişki olacaksa; bu her iki kişi için de böyle olmalı! Bu ilişkinin kuvveti ise, aşk duygusunun kişilerdeki niceliğine ve bu niceliklerin uyumuna bağlı. Yani kişilerin kendilerini ne kadar çok sevdiklerine.. Kişinin kendisini sevebilmesi de sağlıklı bir ego-gölge ilişkisinden geçmekte: Öyleyse önce kişiler, birer birey olmalı!

İnsanlar ilişkilerinde sürtünmesiz, uyumlu,, tek an cinsel birleşme anları olmamalı zira! Nedenini bilmiyorum. Ama haklıysam, nasılı böyle olmalı.. yani bence :)




öN-SöZ

(Ursula Teyze -- Uzaylı Kocakarı’dan)

Menopoz, akla gelebilecek en cazibesiz konudur herhalde; bu da ilginç, çünkü menopoz hala bir tür tabu kırıntısına sahip olan pek az konudan biri. (..)
(..)

Ama değişim önemsiz değil; kaç kadının bu değişimi yürekli bir biçimde yaşadığını da merak ediyorum doğrusu. Üreme kabiliyetlerini küçük ya da büyük bir mücadele sonunda kaybediyorlar, bir kere gitti mi de iş bitiyor. Neyse, en azından bir beladan kurtuldum, diyorlar; zaten ikide bir kendimi kötü hissetmemin nedeni de hormonlardı. Artık kedim oldum. Ama bu, esas meydan okumadan kaçmak yalnızca; yalnızca yumurtlama kabiliyetini değil, bir Kocakarı olma fırsatını da kaybetmek.

Eskilerde, menopoza erecek kadar uzun yaşayabilen kadınlar, bu meydan okumayı daha çok kabullenirlerdi. Antrenmanlıydılar ne de olsa. Hayatlarını daha önce bir kere radikal biçimde değiştirmişler, bakire olmaktan çıkıp, olgun kadın/eş/karı/ana/metres/orospu/vs olmuşlardı. Bu değişiklik yalnızca ergenliğin psikolojik değişimlerinden – kısır çocukluktan verimli olgunluğa geçiş – ibaret değildi; toplumsal olarak kabul gören bir var oluş değişimiydi aynı zamanda: Kutsal olandan dünyevi olana doğru bir durum değişikliği.

Bekaretin dünyevileştirilmesi artık tamamlandığı ve bir zamanlar korku veren bir tabir olan “bakire” artık yalnızca bir alay sözcüğü ya da “henüz çiftleşmemiş kişi” anlamında eski moda bir deyim haline geldiği için, İkinci Değişim’in tehlikeli/kutsal konumunu kazanma ya da yeniden kazanma fırsatı artık pek aşikar görünmüyor.

Bekaret artık yalnızca bir giriş, bir an önce çıkılması gereken bir bekleme odası; bir anlamı ve önemi yok. [Benden: Biyolojik bekaret yaşı eşiği yükselirken, sosyolojik bekaret yaşı eşiği azalmaktadır..] Yaşlılık da benzer bir bekleme odası, hayat bittikten sonra oraya çekilir, kanserin ya da inmenin gelmesini beklersiniz. Aybaşı görmenin öncesindeki ve sonrasındaki yıllar, birer kalıntıdır; kadına kalan tek anlamlı durumsa doğurganlık. Tuhaftır ki, bu anlam sınırlaması, doğurganlığın kendisinin de kadın yetişkinliğinin anlamsız, en azından ikincil bir özelliği haline gelmesini sağlayan kimyasal maddelerin ve aygıtların geliştirilmesiyle [Benden: debundle of sex and reproduction] aynı zamana denk düşer. Yetişkinliğin anlamı artık doğurma kapasitesi değil, yalnızca seks yapabilme kabiliyetidir. Bu kabiliyete ergenler ve menopoz-sonrası dönemdeki kadınlar da sahip olduğuna göre, ayrımların bulanıklaşması ve fırsatların ortadan kalkması süreci hemen hemen tamamlanmıştır. Artık geçiş törenleri yok, çünkü önemli bir değişiklik kalmadı. Üçlü Tanrıça’nın tek bir yüzü var: Marilyn Monroe’nunki belki. Bir kadının on-on iki yaşından yetmiş-seksen yaşlarına kadar tüm yaşamı dünyevileşti, bir örnekleşti, değişimsiz kaldı. Artık bekarette bir erdem olmadığı için, menopozun da bir anlamı yok. Bugün bir Kocakarı olabilmek için neredeyse fanatik bir kararlılık gerekiyor.

Böylece kadınlar, erkeklerin yaşam koşullarını taklit ederek, kendilerine ait çok güçlü bir konumu feda ettiler. Erkekler bakirelerden korkar; ama kendi korkularına ve bakirenin bekaretine buldukları bir çare vardır: Düzmek. Erkekler kocakarılardan da korkar; o kadar korkarlar ki, bakireler için buldukları çare burada sökmez: İşe yaramayacağını bilirler. Tatminli bir kocakarının karşısında en cesurları hariç tüm erkekler geri çekilir, süngüsü düşmüş ve çükü sönmüş olarak..

Menopoz malikanesi yalnızca savunmaya yarayan bir kale değildir, bir evdir, yuvadır, hayatı sürdürmek için gerekli her şey vardır orda. Onu terk etmekle kadınlar egemenlik alanlarını daraltmış, ruhlarını fakirleştirmiş olurlar. Kadının yapamayacağı, söyleyemeyeceği, düşünemeyeceği öyle şeyler vardır ki Yaşlı Kadın yapabilir, söyleyebilir, düşünebilir. Kadının bunları yapabilmesi, söyleyebilmesi, düşünebilmesi için, ay başlarından çok daha fazlasını terk etmesi gerekir. Hayatını değiştirmesi gerekir!

Bu değişikliğin doğası eskiden olduğundan çok daha açık şimdi. Yaşlılık bekaret değildir, üçüncü ve yeni bir durumdur; bakirenin cinsel ilişkiden uzak durması gerekir, ama kocakarının bunu yapması gerekmez. Burada eskiden bir karışıklık vardı, ama kadın cinselliğini üreme kapasitesinden ayıran modern gebeliği önleme yöntemleri karışıklığı giderdi. Doğurganlığın kaybedilmesi, arzunun ve tatminin de kaybedilmesi demek değildir! Ama gene de bir değişikliğe yol açar; (burada bir kafirlik yapayım) seksten de önemli konuları ilgilendiren bir değişikliğe hem de..

Bu değişimi yaşamaya hevesli olan kadının, en sonunda, kendisine gebe kalması gerekir. Kendini, kendi üçüncü benliğini, yaşlılığını karnında taşımalıdır; zorlukla ve yalnız başına. Ona doğumunda yardım edecek pek az kişi vardır. Hiçbir erkek-kadın doğum uzmanı ağrılarının ritmini ölçemez, ona yatıştırıcı veremez, elinde forseple hazır beklemez ve sonunda yırtılan dokuları dikmez. Bugünlerde eski moda bir ebe bulmak bile zor. Bu gebelik uzun sürer, ağrıları da fazladır. Ondan zor bir tek gebelik daha vardır: En son olanı, erkeklerin de çekmek, yaşamak zorunda oldukları gebelik.

En azından bir kez başka birini ya da kendinizi doğurmuşsanız, ölmek daha kolaydır. Bu, bir Kocakarı’ya dönüşmenin rahatsızlıklarına ve utancına tahammül etmeniz için bir neden olabilir. Gene de hazır bir geçiş ayini varken yokmuş gibi davranmak, bunu savuşturmak, hiçbir şey değişmemiş gibi yapmak çok yazık. Bu kişinin kadınlığını yok sayması, savuşturmasıdır, erkek gibi olduğunu iddia etmektir. Erkekler bir kere ergen olduktan sonra bir daha değişmezler. Bu onların kaybı, bizim değil. Niçin onların yoksunluğunu ödünç alalım ki?
(..)

Altair yıldızının dördüncü gezegenindeki dost canlısı yaratıkların bir uzay gemisi dünyaya gelse ve kibar kaptanları éBir kişilik yerimiz var, Altair’e dönüş yolculuğumuzda uzun uzun konuşup, ırkınızın tabiatı hakkında bilgi edinebileceğimiz tek bir örnek insan verebilir misiniz?” dese (..)

Bense mahallenin küçük süpermarketine ya da köyün Pazar yerine gider, taklit mücevher sergisinin ya da fındık-fıstık tezgahının önünden, altmışını geçmiş yaşlı bir kadın seçerdim. (..) Bir zamanlar bakire olmuştu, çok zaman önce, sonra cinsel açıdan yetkin, doğurgan bir kadın, sonra da menopozdan geçti. Birçok kere doğurdu, hayat verdi, birçok kere ölümle yüzleşti , aynı zamanlarda. (..)

(..)

(..) Ona kendini göndermek istediğimizi, çünkü ancak temel özelliği değişim olan insanlık durumunun tümünü denemiş, kabullenmiş ve yaşamış birinin insanlığı başarıyla temsil edebileceğini anlatmakta güçlük çekeriz mutlaka. “Ben mi?” diyecektir biraz şakacı bir tavırla, “Ama ben bir şey yapmadım ki!”
Ama yemezler. (..) Atla bakalım uzay gemisine Nine.

SöZ - GiRiŞ

Şu kendini yarım olarak görüp, yarimini bekleme veya arama hikayesi ilk nasıl ortaya çıktı acaba? Hikayenin temelinde üreyebilmek için çiftleşmek/birleşmek olması var gibi geliyor ama.. Başta erkekler üremede kendi paylarını bilmedikleri için Ana Tanrıça(lar) yaratmış, o zamanlar olamaz. Kendi paylarını anladıklarında da, (ekrek) Tanrı(lar) yaratmışlar ve anaerkil düzenden, ataerkil düzene geçmişler.. Bu arada da olamaz.. Ondan sonra da hikayenin temeli üreme olamaz.. Kafam karıştı :) Bir yerlerde bir hata yapmış olmalıyım.. Bir şey birbiriyle çelişen iki şeye sebep olabilir. Ama eş zamanlı olur mu?.. ..düşünmek gerek.. Belki de hikayeyi yanlış temellendiriyorumdur..

Ama bu hikayenin her dönemde, her kişide yeniden ve yeniden ortaya çıkması ilginç.. Ben neden buna takıldım peki.. ..sanki bir yerlerde atlanan bir şeyler var gibi hissediyorum.
Diyelim ki hikaye mutlu sonlandı, yarımlar bir araya geldi ve bir elma oldular. Ama başta onlar o elmanın birer yarısı olamazlar. İster eşlenik olsunlar, işler tümlenik.. İkisi bir araya geldiğinde, ikisinin toplamından fazla olmalılar. Yoksa bir araya gelmek pek anlamlı olmaz. O anlamlı olmayınca da, kiminle bir araya geldiğin anlamlı olmaz.

Peki hikayenin (bu şekilde) ortaya çıkma nedeni tam da bu noktanın komşuluğunda bir yerlerde olabilir mi? Yani ilişkilerin fazla sorgulanmasını engellemek için ortaya çıkıyor olabilir mi bu hikaye??

Zira, bu hikaye bu şekilde olunca insanların kafasında öyle ya da böyle kalıplar oluşturuyor. Benim dediğim düzeltme de zaten, belirsizlik içerdiği için, kalıpların oluşmasını engelliyor. Bir adım geri dönersem, kafasında kalıp olanlar karşılaştıkları kişilerle kalıpları iç içe yerleştirmeyi deniyor. Yerleştirmenin başında sürtünme pek yoksa, "evettt, buldum" deyip, ilişkiye başlıyor. Zamanla kafasındaki ve karşısındakinin aynı olmadığını görmeye başlayınca da, bummmm!
 
CaHiL PeRi: “Aşka ve ruh eşlerine inanmamızı istiyorlar.. ..ki üremeye devam edelim.. Bu uydurulmuş bir şey.. (..) .. Medyanın olmadığı bir dünya düşün, romantik komedilerin olmadığı, iç çekerek baktığımız aşk hikayelerinin yazılmadığı bir dünya.. O zaman arayacak mıydık ruh eşini? Hiç sanmıyorum. Elimizdeki en iyi kişiyle yetinecektik. Ne için? Üremek için. O 'aşk çocuğunun' aşk çocuğu ya da mantık çocuğu olması neyi değiştirir... Ama istersen tabi inanabilirsin partnerinin 'ruh eşin' olduğuna.. Bu sadece bir şeyleri kolaylaştırır.. Onu daha katlanılabilir kılar.. Yoksa başka bir insanla yaşamak kadar zor bir şey var mı.. Egolar.. Egolar çatışır.. Egolar zorludur.. Bir arada olamazlar.. Mutlu aşk yoktur derler.. Doğru. Yoktur.
SöZ - GeLiŞMe
Buldummmm :) Romantizm dediğimiz şey, 11. yy itibariyle oluşmaya başlamış. Bunu öğrendikten sonra hikayede garipsediğim şeyin, aşkın içine romantizm sokulması olabileceğini fark ettim. Ve inanmakta zorlandığım şeyin aşk değil de, romantikleş(tiril)miş aşk olabileceğini..
CaHiL PeRi: “Kimse kabul etmek istemiyor hayvan olduğunu.. Doğasına aykırı davranıyor...
Hayvanların erkek cinsleri dişilerine güzel görünmeye çalışıp, onlara kur yaparken, insan hayvanı bu ezberi bozuyor ve doğasına aykırı şeyler yapıyor.. Kadınların eşlerini seçmesi gerekir, ama erkek seçiyor gibi görünüyor -- aslında kadın son kararı verendir hep ama bunu siz bilmeyin, yoksa gururunuz incinir alimallah :))) Eşcinsellik de doğada vardır ama buna da karşı çıkıyor toplum. Bir yerlerde bir hata yapıyoruz... Ben hala medyayı suçluyorum.. 


Narsist erkeklerin kurduğu ve kendilerine tapılması gerektiği inancıyla kadını metalaştıran ve onlara 'hizmet etmesi' gerektiğini savunan medya... Kadın erkek için süslenmeli. kadın kendini erkeğe beğendirmeli.. Kadın pasif olandır. Kadınlar erkeğin sözünü dinlemeli... vs vs vs. Ee kadınlar nasıl bunu kabul ediyor? Erkeklere aşık olduklarını düşündürtüyorlar kadına! Göz boyama!! Tamamen!

Erkek uğraşmalı kadına kendini beğendirmek için. Çünkü yuvayı kuran odur. Doğurgan odur. Evi idare eden odur. Kadın annedir. Çocuk babaya değil anneye muhtaçtır. Kadın tek başına yaşayabilir ama erkek kendine bakamaz. Çünkü annesi onu şımartmıştır. Kendi kendine yetemez erkek. Ve bu eksikliğini kapatmak için de egosunu öyle şişirir ki, dışarıya 'ben zayıfım, ben güçsüzüm' imajı vermemek için, kendini çok daha yukarılarda ve kadından üstün görür.

Doğada seçici olan türün her zaman için dişi olduğunu inkar edecek değilim. Ama bence hangi olay olursa olsun, üzerinde yorum yapmadan önce nasıl başladığına bakmak gerekir. Çünkü doğada olan hiçbir şey lineer değil. Kadınların süslenmeye başlamaları da bence bir araç-amaç yanılsaması ve anaerkil düzenden, ataerkil düzene geçişte ortaya çıkıyor.

Günümüzde mevcut durumun pekişmesinde erkek merkezli medyanın ve kaynanaların olduğu da zaten aşikar. Biri diğerini besliyor sürekli. Tam da burada önemli bir noktaya geldik. Zira ben bir ara bu noktada neredeyse kayboluyordum: Ursula LeGuin ile tanışmasaydım, bir kadınla beraber yaşlanma fikri bile beni çok fazla korkutuyordu. Normları pek önemsediğimi ve normlara pek uyduğumu söyleyemem. O yüzden hoşlandığım kadınlar da doğal olarak normlarla pek uyumlu değil(miş)..

Kadın-erkek ilişkisinde kadını ezip, kendini daha güçlü hissetmeyi dener genelde erkekler, evet. O erkeğin annesidir aslında kadını ezen ama bu dolaylı gerçekleşir. Erkeğin güçsüz olması zaten annesi gibi bir anne tarafından yetiştirilmesindendir. Sonra o kadın da kendi erkek çocuğunu kocası gibi yetiştirir. Bu böyle devam eder, gider. Doğasına ilk aykırı davranan bu hikayede kadındır bence. O doğasına aykırı davranmaya başladığı için, anaerkil düzen yıkılmıştır. (Erkeğin fiziksel güç potansiyelinin daha fazla olduğunu kabul etmiyorum. İlk avcılar da sadece erkek değildi zaten). Yani benim beraber yaşlanmaktan korktuğum kadına dönüştüğü için..

Kadınlarda daha sağlıklı bilinç-bilinçdışı etkileşimleri için, kadının kendi doğasındaki değişkenliğine ve devingenliğine sırtını dönmemesi gerekli gibi. Yemek yapmanın kadınsı olması ama en iyi ahçıların hep erkek olması sanki bu yüzden. Bilimle (özellikle de moleküler biyoloji ve genetikle) yemek yapmanın arasındaki benzerlikleri göz önünde bulundurunca, bilim dünyasında kadınların çoğunluk olmasına rağmen, bilimde faz değişimlerine neden olan bilimcilerin daha çok erkek olması da bundan gibi. Spor yapan kadınlarla benim daha iyi anlaşabilmem de.. Hatunların normalde bakmayacakları erkeklere sırf bu erkeklerin yanında bir başka hatun var diye bakabilmeleri de.. Ya da bir mevki/makam söz konusu olduğunda kadınların birbirleriyle göreli olarak anlaşamaması ve birbirlerinin kuyularını göreli olarak daha kolay kazabilmeleri de.. Ama bunlar hep kadının doğasına sırtını nasıl dönüğüne dair bilgi veriyor bize. Daha önemli olansa bunun neden olabildiği olmalı ki önlemler alınabilsin. Bağımlıklara dönüşebilen bağlılıklar, alışkanlıkların putlaştırılması, aşırı sahiplenmeler gibi dışa dönük değişimlere yüz çevirmeye dönüşüyor bu örneklerde hep kendi içindeki değişime yüz çevirmek. Bunu ancak güçlü bir yerleşiklik eğilimi yapabilir. 

Aklıma hemen yumurta geldi bu noktada. Yerleşik, durağan dişilik. Onlarca sperm yarış halinde onu arıyor. Birisi onu bulunca içeri giriyor ve diğerlerinin girmesini engelliyor içeri girişiyle. Çünkü mutlak bir değişim başlıyor birleşmeyle.. Sanki kadın doğasında iki büyük ve zıt çekici var: Yerleşiklik ve değişiklik. Ve denge bozulup, sistem yerleşikliğe kaydıkça sorunlar ortaya çıkıyor.

Bu arada tüm suçları kadınlara attığımı düşünülmesin. Bilinç-bilinçdışı etkileşimleri sağlıklı erkekler artsa popülasyonda, yani kendilerini değiştirse erkekler, birçok değişimi tetikleyebilirler. Ama bu genelde erkeklerin işine gelmiyor. Kadınların seçtikleri erkek tiplerinin popülasyonda yüksek olması tamamen bir doğal seçilim vakası. Ortama en uygun olan kendini çoğaltır ve diğerleri gittikçe azalır. Hele bir de erkekleri kadınların yetiştirmesi eklenince buna.. Benim beraber yaşlanmaktan korktuğum kadınların beğendiği erkek tipleri iyice baskınlaşıyor hemcinslerim arasında. Böylece de durum kendini iyice pekiştiriyor. Normal erkekler, normal kadınlar.. Normal erkekler ve normal kadınlar böyle olunca da, onların normal ilişkileri, yani onların aşkları da onlara göre oluyor. Yani mutsuz! Ve yani.. ..Bence mutlu aşk hala olası :) Yeter ki kişiler mutlu olsun ;)

 Konuya mutlu ve mutsuzu nasıl kattım burada?

SöZ – SoNuÇ

CaHiL PeRi okuyor [Cinsel Kimlikler – Camille Paglia]: …Femme fatale cinsel kişilikler içinde en büyüleyici olanıdır. Femme fatale, bir kurgu değil, kadınlarda her zaman varlığını sürdüren biyolojik gerçekliklere dair bir çıkarımdır. Kuzey Amerika yerlilerinin dişli vajina (vagina dentata) miti kadının gücü ile erkeğin korkusunun dehşet verici dolaysız uyarlamasıdır. Mecazi anlamda her vajinanın gizli bir dişi olduğu var sayılır, bu nedenle erkek içine girdiği her seferde eksilerek dışarı çıkar. Bu kavramın temel mantığı erkeğin eylemini gerektirse de, erkeğin bu eylemi kadının edilgen alıcılığından daha etkin değildir. 

Toplumsaldan çok doğal olan cinsellik, erkek enerjisinin kadının doygunluğu ile tüketilmesi anlamına gelir. Fiziksel ve ruhsal anlamda hadım edilme, kadınlarla cinsel ilişkiye giren her erkeğin karşılaşabileceği bir tehlikedir. Aşk, erkeğin cinsel korkularını uykuya yatıran bir efsundur. Kadının gizli vampirliği,toplumsal anlamda bir sapkınlık değil, doğanın yorulmak bilmez bir mükemmellikle donattığı annelik faaliyetinin gelişimidir. Erkek için her cinsel ilişki eylemi, anneye dönüş; ve ona teslimiyet anlamı taşır. Erkek için cinsellik bir kimlik mücadelesidir… Erkek cinselliğinin romans arayışı kimlik ile yok oluş arasındaki bir savaştır. Ereksiyon, özgür bir özne gibi hareket edebilmek için ihtiyaç duyulan güç ve nesnelliktir. Ama kadın, erkeğin zaferinin climax anında erkeği bağrına bastırarak, onun enerjisini tüketir. Freud şöyle der; “Erkek, gücünün kadın tarafından ele geçirileceğinden, onun dişiliğinin kendisine bulaşacağından ve güçsüz görüneceğinden korkar…

Bence cinsel kimlik, gerçek kimliğin bir parçası. Ve bir erkek içine girdiği bir vajinadan eksilerek çıkıyorsa, arkasına bakmadan oradan kaçmalı. Aynı şey kadın için de geçerli. Cinsel ilişkiden eksilerek çıkıyorsa kadın, o da o erkekle bence bir daha beraber olmamalı. Çünkü sağlıklı bir cinsel birliktelik, paylaşımların en güzellerinden birisi, bir alış-veriş olmamalı. Kadın da, erkek de artarak çıkmalı birliktelikten (Dokunmak diye daha genel bir kavram oluşturalım. Cinsel birliktelik de, el ele tutuşmak ve bakışmak gibi bunun bir özel durumu olsun.): Her dokunuş, hem ilişkiyi, hem de ilişki içindekileri biraz daha büyütmeli.
Böyle bir şeyin olabileceğine nasıl inanıyorsun tüm bunlara rağmen diye sorulursa, psikanaliz konularında düşüncelerim Freud’unkilerle ile pek uyuşmuyor ve daha çok Jung’unkilerle paralel gidiyor. Buradan da kaldığımız yere dönüyoruz sanırım.

Jung egoyu benliğin bir parçası olarak tanımlar. Benlik genotip gibidir, herkeste çok benzer: %99,9. Ego ise fenotip gibidir. Genotipin olası ifade biçimlerinden biridir, genotipi kırpıp parçalardan bir kısmını yanyana getirirsen o olur ama sadece bu yüzden bile, herkeste farklıdır. Egoya ek olarak, gölge diye bir başka kavram daha vardır. Ego büyüdükçe, o da büyür. Bilinçli zihnin karanlık ve zıt kardeşidir. Bilinçli farkındalık ile bilinçsiz farkındalık arasındaki iletişimi sağlar. Bilinç onu kabul etmezse, yani ona bakmazsa, daha çok güçlenir. Bu durumda onu başkaları üzerine yansıtmak insanların en çok seçtiği yollardan biridir: Komünistler kötüdür, sevgililer kötüdür,, vbg. Bu da hem gerçek problemleri çözümsüz kılar, hem de bir dolu sosyal problemlerin oluşmasını sağlar. Bilinç onu körü körüne izlemeyi denerse de kaybolur.

Gölgenin yanı sıra, birçok başka bilinçdışı kompleks daha söz konusudur. Anima-animus kompleksi bunlardan birisidir. Anima-animus’tan biri erkek, diğeri ise dişi karakterde düşünülebilir. Psikolojinin biyolojik bir alt yapısı olduğunu düşünürsek böyle bir tanımlama gerçekten gerekli görünüyor. Kadın ve erkekte hormonların farklılıkları niteliksel olmaktan ziyade, niceliksel. O kadar ki, genotipi bir erkek genotipi olduğu halde, bir kadın olarak gelişmiş, evlenmiş ve sonra neden bir çocuğu olmadığı sorusuna doktoruyla cevap ararken, gerçeği öğrenmiş birisinin olduğuna dair bir şeyler bile duymuştum okulda. Sonradan cinsiyet değiştirilebildiğini de düşünürsek..

Uzatmayayım ve Jung’un ilk bakışta aşkı yorumlayışını aktarayım: Birey anima-animus kompleksini görmezden gelmeye çalışırsa, bunlar dikkat çekmek için bir yarışa girer. İkisi de bu yarışta kendini diğeri üzerine iz düşürmeye çalışır. Biri bunda başarılı olursa ve birey, bu izdüşümü bir yabancı üzerinde fark ederse, ona ilk bakışta aşık olur. Diyebilirim ki, neredeyse ona göre ilk bakışta aşkta bilinçdışı bir homofili etkisi söz konusu olmakta. Buradan yola çıkarak, son bakışta aşka, mantık ilişkilerine de yorumlar getirebiliriz belki. Sanki bunda bilinç sınırları içerisinde bir homofili etkisi söz konusu. Aşk kavramını şimdi biraz daha genişletelim: Her bakışta aşk. Her bakışta aşkta, sanırım homofili etkisinin sürekliliğinin bozulması gerekiyor. Bu etkinin ara ara kaybolması için sorgulama yetisi, eksikliğinin bu noktalarda sorun yaratmaması için de şaşırma yetisi gerekli gibi. Yani bireylerde daha sağlıklı bir bilinç-bilinçdışı etkileşimi..

oNuR :: sU LeKeSi & CaHiL PeRi

1 yorum:

Atiye Altun dedi ki...

Arkadaşım,okudum durdum düşündüm sonra tekrar durdum. Hepsi geçti gözüm önünden. Teşekkür ederim paylaşımın için. Düşündürttüğün için..

iZ-LeYiCiLeR